ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Turkish Bulletin of Hygiene and Experimental Biology - Turk Hij Den Biyol Derg: 70 (1)
Volume: 70  Issue: 1 - 2013
1.2013-1 Vol: 70 Full Printed Journal
Selahattin Taşoğlu
Page 0
Abstract |Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
2.Anti HCV frequency and comparison of its positiveness by year obtained of Cumhuriyet University Medical Faculty Hospital between 2003-2011
Aslı Çabuk, Cem Çelik, Rakibe Kaygusuz, Mustafa Zahir Bakıcı
doi: 10.5505/TurkHijyen.2013.72470  Pages 1 - 6
AMAÇ: Çalışmamızda 2003–2011 yılları içerisinde Cumhuriyet Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi’ne başvuran hastalardan Mikrobiyoloji laboratuvarına hepatit şüphesiyle gönderilen kan örneklerinde HCV antikorunun görülme sıklığı ve yıllar arasındaki dağılımların karşılaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Çalışmamızda 2003–2011 yıllarını kapsayan dokuz yıllık dönemde Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Uygulama ve Araştırma Hastanesine başvuran hastaların Anti HCV sonuçları laboratuar kayıtlarından geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: 2003–2011 yılları içerisinde Mikrobiyoloji laboratuvarına gönderilen toplam 255764 kan örneğinin 5085’inde (% 1.9) anti HCV testi pozitif bulunmuştur. Bulunan HCV antikoru oranları yıllara göre karşılaştırıldığında ise oranların % 1.7 ile % 2.3 arasında değiştiği görülmüştür.
SONUÇ: HCV enfeksiyonunun güncelliğini sürdürmekte olduğu görülmektedir. Hastalığın kontrol altında tutulabilmesi için verilerin sürekli olarak güncellenmesi gerekmektedir. Çalışmamızın bu konudaki literatüre katkı sağlayacağını düşünmekteyiz.
OBJECTIVE: İn this study, it is aimed to compare the prevalance of HCV antibody in hepatitis suspected blood samples taken from the patients applying to the Research and Practice Hospital of xxxxx University between the years from 2003 to 2011 and the rates of HCV antibody in those years.
METHODS: in this study, the anti HCV results of patients applying to the Research and Practice Hospital of xxxxx University in those nine years (from 2003 to 2011) are researched according to the retroactive records of laboratory.
RESULTS: in 5085 blood samples (% 1.9) of 255764 in total sent to the microbiology laboratory between the years from 2003 to 2011, anti HVC test is found positive. When the rates of founded HCV antibody are compared with the years, it is seen that rates vary between 2.3 % and 1.7 %.
CONCLUSION: it is seen that HCV infection maintains its up-to-dateness. The data should be up to date to keep the illness under control constantly. It is thought that this study will contribute the literature about this subject.

3.Determination of cholinesterase levels of the employees working at the pharmaceutical sector and the patients suspected of being poisoned
Banuçiçek Yücesan, Mürsel Kurt, Figen Sezen, Serdar Alp Subaşı
doi: 10.5505/TurkHijyen.2013.21043  Pages 7 - 14
AMAÇ: Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı Tüketici Güvenliği ve Sağlık Etkileri Araştırma Müdürlüğü Biyolojik Materyal Laboratuvarına 2008-2010 yılları arasında başvuran, pestisitlerin kronik etkilerine maruz kalan tarım ve ilaçlama şirketi işçileri ile pestisit zehirlenmesi şüphesi görülen hastaların kolinesteraz seviyelerinin substrat olarak butyrylthiocholine kullanılarak spektrofotometrik olarak belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Kan örnekleri biyolojik materyal laboratuvarında analize alınmıştır. Plazma kolinesteraz seviyesi 01.01.2008 - 17.07.2010 tarihleri arasında; Cholinesterase, butyrylthiocholine.kinetic, (Spınreact); 17.07.2010 tarihinden sonra ise; Cholinesterase, butyrylthiocholine substrate, (Quimica clinica aplıcada S.A.) isimli kit ile çalışılmıştır. Alınan kanların plazmaları ayrılarak, ön işlemlere tabi tutulmuş ve hazırlanan numuneden 405 nm’de oda sıcaklığında spektrofotometrik yöntemle, kolinesteraz seviyesi kantitatif olarak ölçülmüştür.
BULGULAR: Bu çalışmada pestisit maruziyeti ve şüphesi nedeniyle başvuran 1136 kişinin kanında kolinesteraz düzeyi incelenmiştir. Başvuran bu kişilerin 367 (%32,3)’sini kolinesteraz seviye takibi amacıyla ilaçlama sektöründe çalışan işçiler, 769 (%67,7)’unu ise zehirlenme ön tanısı nedeniyle kolinesteraz seviyesi araştırılan kişiler oluşturmuştur. Zehirlenme ön tanısı olan kişilerin 222 (%28,9)’sinde serum kolinesteraz seviyesi düşük olarak tespit edilmiştir. Bu kişilerin 119 (%53,6)’unu kadınlar ve en sık 10-19 yaş grubu 56 (%25,2) oluşturmuştur. İlaçlama firmalarından laboratuvarımıza müracaat eden kişilerin 347 (%94,6)’sinin değerleri normal sınırlarda tespit edilmiştir. Bu kişilerin ancak 20 (% 5,4)’sinde kolinesteraz düzeyleri zehirlenme sınırında saptanmıştır. Kolinesteraz seviyesi düşük tespit edilen işçilerin ise 30-39 yaş grubunda en fazla olduğu izlenmiştir.
SONUÇ: Organofosforlu insektisit zehirlenmelerinde ve bu maddeler ile ilaçlama yapan kişilerde kolinesteraz seviyesinin ölçümü son derece önemlidir. Çalışmamızda zehirlenme ön tanısı ile gelen 547 (%71,1)hasta ve sektörde çalışan 347 (%94,6) işçide kolinesteraz seviyesi normal tespit edilmiştir. Bu bağlamda zehirlenme öntanılı hastaların klinikler tarafından daha iyi sorgulanması gerektiği gözlemlenmiştir. Ayrıca ilaçlama sektöründe çalışan işçilerin organofosforlu insektisitlere maruz kalanlarında kolinesteraz seviyesi bakılmasının ekonomik ve iş yükü açısından önem taşıdığı düşünülmüştür.
OBJECTIVE: The purpose of this work is measure tests using butyrylthiocholine as a substract and get the spectrofotometric results for dispersion level of Cholinesterase in people who is working in the pharmaceutical and agriculture sector, were chronicly affected by
pesticide or patiences who are suspected to be poisoned by pesticide, who applied for the Consumer Safety Health Effects Research Laboratories RSHMB biological material lab, Ankara during the period 2008-2010.

METHODS: The blood samples were analyzed by the biological materials laboratory. The plasmas Cholinesterase levels were measured with the kits Cholinesterase, butyrylthiocholine kinetic, Spınreact between 01.01.2008 - 17.07.2010; after 17.07.2010 Cholinesterase, butyrylthiocholine substrate, (Quimica clinica aplıcada S.A.) The plazmas were seperated from the blood samples and preoperate on them with the spectrofotometric methods under the room temperature of 405nm and Cholinesterase, levels measured by quantitative analysed method
RESULTS: Evidence: In this research 1136 people whose Cholinesterase levels tested; applied to our center because of pestisit toxication. 367 (32,3 %) were the ones who works for the pharmaceutical sector and intended to be under control, 769 (67,7%) were the ones prediagnoised as poisoned. It has been detected that 222 (28,9%) of them were in safe serum Cholinesterase measurement range. 119 (53,6 %) of these people were women and majority of them 56 (25,2 %) is in 10-19 age group. 347 (94,6 %) people who is working either in the pharmaceutical or agriculture sector were in normal range and just 20 (5,4 %) of them were in the toxicty range. The intoxicated workers were in the age group of 30-39.
CONCLUSION: The Cholinesterase level of the persons, who sprayed or were
poisoned by insecticide containing organophosphate, is of utmost importance.
In our research 547 patiente (71,1 %) and 347 workers (94,6%) were in normal range of cholinesterase level. This results shows that the patiente who pre diagnosed as toxicated should be well examined. Also to determine the workers and examined thier cholinesterase levels who is from pharmaceutical sector and Works with organophosphore insecticide; is very important in economically and workload basis.


4.Hair arsenic levels of metalurgical workers
Vugar Ali Türksoy, Dilek Kaya, Hınç Ömer Yılmaz, Tülin Söylemezoğlu
doi: 10.5505/TurkHijyen.2013.27928  Pages 15 - 20
AMAÇ: Birçok ülkede özellikle çevresel metal maruziyetini ve ülke standartlarını belirlemek amacıyla toplum bireylerine ait veriler değerlendirilmektedir. Bu çalışmada arsenik maruziyeti olduğu düşünülen metalurji işçilerinin yanısıra bilinen bir metal maruziyeti olmayan gönüllülerden alınan saç örneklerinde arsenik analizi yapılarak ülkemizde yaşayanlara ait ortalama değerlerin bulunması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Çalışmada 20-58 yaş arası 175 erkek metalürji işçisi ile aynı yaş grubunda (21-60 yaş) 175 erkek gönüllüye ait saçlarda Zeeman düzeltmeli Grafit Fırınlı Atomik Absorbsiyon Spektroskopla (GFAAS) arsenik analizi yapılmıştır.
BULGULAR: Metalurji işçilerine ait saç örneklerinde arsenik düzeyi 2,53±2,47 μg/g, kontrol grubunda ise 0,21±0,20 μg/g bulunmuştur. Metal maruziyeti olan grupta bulunan sonuçlar istatistiki olarak anlamlı (p<0,01) düzeyde yüksektir.
SONUÇ: Saç arsenik düzeyleri bilinen maruziyeti olmayan grupta standart olarak kabul edilen 1 μg/g ın oldukça altında iken, işçi grubunda iki kez daha yüksek olması bu gup işçiler için alınacak önlem ve yaptırımların artırılması gerektiği gerçeğini ortaya koymaktadır
OBJECTIVE: In many countries, it has been evaluated data obtained from individuals in order to determine environmental metal exposure and country standards. In the present study, the aim is to find out the mean arsenic levels of residents of our country by detecting the arsenic levels in hair samples of metallurgical workers who was thought to be exposed to arsenic and unexposed volunteers.
METHODS: The study population comprised 175 metallurgy workers aged 20 to 58 and 175 age-matched (21 to 60 years) volunteers. GFAAS equipped with Zeeman background correction system was utilized for hair As determination.
RESULTS: The average of hair As levels of exposed workers and control group 2.53±2.47 μg/g and 0.21±0.20 μg/g, respectively. The hair As level was found significantly higher in exposed group than in control group (p<0.01).
CONCLUSION: The mean hair arsenic level was lower in unexposed group and was 2-fold higher in workers than 1 μg/g that is accepted as standard, revealing that the precautions and sanctions should be increased.

5.Investigation of the effects of lymphocyte sub-groups of the use of Maraş powder (Nicotiana rustica L.)
Murat Aral, İbrahim Aral, Hasan Çetin Ekerbiçer, Mustafa Çelik, Serpil Şeriban Doğan, Nuriye İsmihan Ece Paköz
doi: 10.5505/TurkHijyen.2013.88155  Pages 21 - 26
AMAÇ: AMAÇ: Bu çalışmada “Maraş otu” kulanımının lenfosit alt gruplarına olan etkilerinin ortaya konması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Sigarayı bırakmak için Maraş otu kullanmaya başlayan ve bu otun bağımlısı olan sağlıklı gönüllüler olgu grubunu ve sağlıklı, herhangi bir tütün ürünü kullanmayan gönüllüler kontrol grubunu oluşturuyordu. Deneklerden bir defa alınan tam kan örneklerinde hücresel immün sisteme ait lenfosit alt grupları Becton Dickinson marka kitler kullanılarak akım sitometrik yöntemle değerlendirildi.
BULGULAR: Olgu ve kontrol gruplarındaki tüm denekler erkek olup yaş ortalamaları açısından gruplar birbirine benzerdi. Olgu grubunun CD4+/CD8+ T hücre oranları, CD19+ (B lenfosit) ve CD4+ (T helper lenfosit) hücre yüzdeleri ortalamaları kontrol grubuna göre anlamlı olarak düşük bulundu. Bununla birlikte, olgu grubunun CD16+56+ (Natural Killer lenfosit) ve CD8+ (T sitotoksik lenfosit) hücre yüzdeleri ortalamaları kontrol grubundan anlamlı olarak yüksek idi. CD3+ (total T lenfosit) hücre yüzdeleri ortalamaları ise her iki grupta da benzer olarak saptandı.
SONUÇ: : “Maraş otu” kullanımının tiryakilerde hücresel immüniteyi göreceli olarak arttırdığı, humoral immüniteyi ise azalttığı düşünülmektedir. Neticede her türlü sapma ile sonuçlanan immün yanıtlar, çeşitli hastalıklara zemin hazırlayabilir. Bu nedenle, sigara konusunda olduğu gibi, Maraş otunun kullanıcılarının da sağlığa olabilecek etkiler konusunda uyarılması önem taşımaktadır.

CASE REPORT
6.A hantavirus infection case report from rural area of Kazan district, Ankara
Aysegul Ulu-kılıç, Dilek Çağlayık- Yağcı, Gülay Dede, Ediz Tütüncü, Yavuz Uyar, İrfan Şencan
doi: 10.5505/TurkHijyen.2013.50103  Pages 27 - 32
Bunyaviridae ailesinin bir üyesi olan Hantavirus’lar zarflı, negatif polariteli tek iplikli segmenter RNA genomuna sahip viruslardır. Günümüzde 20’den fazla Hantavirus türü tanımlanmıştır. Bunlardan 11 tanesi insanda klinik bulgulara yol açmaktadır. Hantaan (HTNV), Puumala (PUUV), Dobrava (DOBV), Seoul virus’ları farklı formlarda renal sendromlu kanamalı ateşe (RSKA) neden olurken, Sin Nombre virus ve Sin Nombre benzeri viruslar özellikle Amerika’da yüksek mortalite ile giden Hantavirus pulmoner sendromundan (HPS) sorumludur. Ülkemizde ilk olarak Batı Karadeniz bölgesinde PUUV alt tipine ait Hantavirüs olguları, daha sonra Giresun ve Kastamonu’dan DOBV alt tipinde RSKA olguları bildirilmiştir. Bu makalede benzer şekilde RSKA formunda görülen Ankara’nın Kazan ilçesinden başvuran Hanta virüs enfeksiyonu olgusu sunulmuştur. Altmış yedi yaşında erkek hasta, baş dönmesi, yüksek ateş ve halsizlik şikâyetleri ile 2011 yılı Haziran ayında acil servise başvurdu. Acilde yapılan tetkiklerinde lökopeni, trombositopeni, karaciğer enzimleri ve kreatininde yükseklik saptandı. Hasta Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) öntanısıyla yatırıldı ve takip edildi. İleri laboratuvar incelemeler için Refik Saydam Hıfzısıhha Merkezi Viroloji Referans ve Araştırma Laboratuvarı’na gönderilen serumda indirekt immunflorasan testi (IFA) (Hantavirüs Mosaic–1, Euroimmun, Germany) ile test edilen Hantavirüs IgM zayıf pozitif, IgG zayıf pozitif olarak sonuçlandı. Immunoblot testi (Euroimmun, Germany) ile ise negatif saptandı fakat hastanın 11 gün sonra gönderilen ikinci serumunda IFA testinin yanı sıra DOBV pozitifliği immunblot testi ile de serolojik olarak gösterildi. Hastanın ilk serum örneğinden yapılan In-house RT- Polimeraz Zincir Reaksiyonu (PZR) testi negatif olarak bulundu. Olgumuz, Ankara’dan bildirilen ilk RSKA infeksiyonu olması nedeniyle önem taşımaktadır.
Hantaviruses as a member of the family Bunyaviridae are RNA viruses with enveloped, negative-sense, single-stranded segmental genome. Today, more than 20 different Hantavirus species are recognized. Eleven of them cause clinical symptoms in humans. Hantaan (HTNV), Puumala (PUUV), Dobrava (DOBV), Seoul viruses causes different forms of hemorrhagic fever with renal syndrome (HFRS), since Sin Nombre virus and Sin Nombre-like viruses found especially in the United States causes hantaviruses pulmonary syndrome (HPS) with high mortality. In our country, infections have been reported with subtypes of the Hantaviruses firstly PUUV in the Western Black Sea region, then DOBV from Giresun and Kastamonu. A case of Hantavirus infection similarly in the form of RSHF from the rural area of Kazan district in Ankara has been reported in this article. Sixty-seven-year-old male patient was admitted to the emergency room with complaints of dizziness, fever and fatigue in June of 2011. Leukopenia, thrombocytopenia elevated liver enzymes and creatinine was detected in laboratory investigations at emergency room. The patient hospitalized and followed with initial diagnosis of Crimean-Congo Hemorrhagic Fever (CCHF). Further investigation of the serum samples at the Refik Saydam Hygiene Center and Research Laboratory of Virology with indirect immunofluorescent antibody (IFA) ((Hantaviruses Mosaic-1, Euroimmun, Germany) resulted in weakly positivity of anti-hantavirus IgM and IgG. The first serum samples revealed negative by immunoblot test (Euroimmun, Germany). After 11 days second sample of patient revealed DOBV positivite with both IFA and immunoblot serologically. In-house RT - Polimerase Chain Reaction (PCR) test was found to be negative in the first serum sample of the patient. This case is important of being the first HFRS infection reported from Ankara.

REVIEW
7.From nanotechnology to nanogenotoxicology: genotoxic effect of cobalt-chromium nanoparticles
Zülal Atlı Şekeroğlu
doi: 10.5505/TurkHijyen.2013.70298  Pages 33 - 42
Nanoteknoloji materyalleri nanometre seviyesinde ölçülebilecek düzeyde işleyen, pek çok araştırma alanını ya da disiplini birleştiren mul¬tidisipliner bir teknolojidir. Nanomateryaller; bilim, teknoloji, iletişim, elektronik, endüstri, eczacılık, tıp, çevre, tüketici ürünleri ve askeri alanlarda yaygın şekilde kullanılmaktadır. Son zamanlara kadar nanomateryallerin insan sağlığı ve çevre üzerinde toksik ya da tehlikeli etkilere sahip olup olmadıkları hakkında çok az şey bilinmekteydi. Ancak çeşitli çalışmalar bazı nanomateryallere örneğin nanopartiküllere maruz kalmanın insanlarda ve hayvanlarda bazı olumsuz etkilere yol açabileceğini göstermiştir. Son yıllarda nanotoksikoloji konusuna odaklanan yayınların sayısı hız kazanmasına rağmen nanomateryallerin genotoksisitesi hakkında hala bir boşluk bulunmaktadır.
Üstün mekanik özelliklere sahip metal nanopartiküller ve alaşımları, iskelet-kas sisteminin mekanik koşullarına kolaylıkla uyum gösterebilen malzemelerdir. Kobalt-krom alaşımları eklem protezi ve kemik yenileme malzemesi olarak ortopedik uygulamalarda, çene cerrahisinde dolgularda ve diş implantlarında, kalp damar cerrahisinde özellikle stent uygulamalarında yaygın bir şekilde kullanılmaktadırlar. Metal nanopartiküllerin insan üzerindeki sitotoksisite ve genotoksisitesi ile ilgili çalışmalar, bazı metal nanopartiküllerin sitotoksik ve genotoksik etkilere sahip olduğu ve insanlar için tehlikeli olabileceklerini göstermiştir. Fakat kobalt-krom nanopartiküllerin genotoksik etkileri hakkında az sayıda çalışma rapor edilmiştir. Bu çalışmalardan elde edilen bilgiler, kobalt-krom nanopartiküllerinin sitotoksik ve genotoksik etkiye sahip olduğu göstermiştir. Kobalt-kromdan yapılmış bulunan hastalarda, protezlerin aşınması sonucu oluşan kalıntıların DNA ve kromozom hasarına neden olduğu belirtilmiştir. Ayrıca kalça protezi uygulamasından sonra bu tip hastaların; mesane, üreter, böbrek ve prostat gibi üriner sistem kanserleri bakımından normal populasyona göre yüksek risk taşıdıkları da bulunmuştur.
Nanopartiküllerin uzun dönem etkileri hakkındaki biyouyumluluk ve toksisite testlerinin sınırlı olmasından ve nanogenotoksisiteye odaklanan az sayıda araştırma bulunmasından dolayı, nanopartiküllerin hücrelerdeki özellikle genetik materyal üzerindeki etki mekanizmaları henüz detaylı olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Bu nedenle nanopartiküllerin epigenetik etkileri ve nanopartikül tarafından indüklenen genotoksik olayların mekanizmasını anlamak için, hücre döngüsü ve DNA onarımını kapsayan iyi tasarlanmış çalışmaların yapılması gerekmektedir. Bu sayede gelecekte nanomateryallerin biyouyumluluklarının sağlanması, sağlık için zararlı etkilerinin en aza indirilmesi ve bilinçli tasarımların yapılmasını sağlayacak bilgiye sahip olabiliriz.
Nanotechnology is a multi-disciplinary technology that processes the materials that can be measured with nanometer-level and combines many research field or discipline. Nanomaterials (NMs) are widely used in the fields of science, technology, communication, electronics, industry, pharmacy, medicine, environment, consumer products and military. Until recently little has been known about whether or not nanomaterials have the toxic or hazardous effects on human health and the environment. However, several studies have indicated that exposure to some nanomaterials, e.g. nanoparticles, can cause some adverse effects in humans and animals. Over the last years the number of publications focusing on nanotoxicology has gained momentum, but, there is still a gap about the genotoxicity of nanomaterials.
Metal nanoparticles and their alloys with excellent mechanical properties are the materials which can be easily adapted to the mechanical conditions of the musculoskeletal system. Cobalt-chromium alloys are widely used in orthopedic applications as joint prosthesis and bone regeneration material, fillings and dental implants in jaw surgery, and in cardiovascular surgery, especially stent applications. Studies about cytotoxicity and genotoxicity of metal nanoparticles on human indicate that some metal nanoparticles have cytotoxic and genotoxic effects and they may be hazardous for humans. However, a few studies have been reported concerning the genotoxic effects of cobalt-chromium nanoparticles. The data from these studies indicate that cobalt-chromium nanoparticles have cytotoxic and genotoxic effects. It has been stated that the wear debris from implants cause DNA and chromosome damage in patients with cobalt-chromium replacements. It was also found that the risk of urinary cancers such as bladder, ureter, kidney and prostate in patients after hip replacement than among the wider population.
Because there are very little biocompatibility and toxicity tests on the long-term effects of nanoparticles and limited number of research focused on nanogenotoxicity, the effect mechanisms of nanoparticles on cells especially genetic material are not yet elucidated in detail. For this reason the well designed experiments including cell-cycle and DNA repair are required to understand the epigenetic effects of nanoparticles and mechanisms of nanoparticle-induced genotoxic events. Thus we may have information that will allow making the informed designs, ensuring biocompatibility of nanomaterials and minimising their adverse effects for health in the future.

8.Histopathological aspects of walker 256 tumor using the multifocal technique of inoculation
Maria Rita Garbi Novaes, Roberto Cañete Villafranca, Luiz Carlos Garcez Novaes
doi: 10.5505/TurkHijyen.2013.50465  Pages 43 - 49
Cancer has been considered one of the most serious calamities all over the world producing tremendous economic and social losses. Considering the increasing incidence of these health disturbances, the variable efficacy and frequent adverse events commonly notified with the existing chemotherapy protocols and the new events currently in progress in the world it´s urgent to develop new strategies to prevent and treat cancer. It is well known that Walker 256 tumor is the most common experimental tumor model to study cancer but public health personnel still has little information about it. The aim of this study is not only to review the important aspects of this experimental tumor but also to increase the knowledge and comprehension about it among health professionals.
Cancer has been considered one of the most serious calamities all over the world producing tremendous economic and social losses. Considering the increasing incidence of these health disturbances, the variable efficacy and frequent adverse events commonly notified with the existing chemotherapy protocols and the new events currently in progress in the world it´s urgent to develop new strategies to prevent and treat cancer. It is well known that Walker 256 tumor is the most common experimental tumor model to study cancer but public health personnel still has little information about it. The aim of this study is not only to review the important aspects of this experimental tumor but also to increase the knowledge and comprehension about it among health professionals.

LookUs & Online Makale