ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Türk Hijyen ve Deneysel Biyoloji Dergisi - Turk Hij Den Biyol Derg: 65 (3)
Cilt: 65  Sayı: 3 - 2008
EPIDEMIYOLOJI RAPORU
1.
1. Bölüm: Genel Bilgiler
Selçuk Kılıç, Bekir Çelebi
Sayfalar 1 - 20
Coxiella burnetii, vahşi ve evcil memeliler, kuşlar ve kene gibi artropotlar olmak üzere geniş bir rezervuara sahip olan ve tüm dünyada yaygın olarak bulunan bir mikroorganizmadır. Q humması, C.burnetii’nin insanlarda oluşturduğu sistemik bir enfeksiyon hastalığıdır (1,2). Q humması terimi ilk olarak 1935 yılında Avustralya’nın Queensland bölgesindeki mezbaha çalışanlarında ortaya çıkan yüksek ateş ve grip benzeri semptomlarla seyreden hastalığı tanımlamak için Derrick tarafından ileri sürülmüştür. Başlangıçta daha önce bilinen hastalıklar ile klinik benzerlik göstermediği için bu hastalığa Query (soru, bilinmeyen) kelimesinden esinlenerek Q humması adı verilmiştir (3-6). Derrick, deneysel olarak kobaylara enfeksiyonu aktarmış; Burnet ve Freeman da Derrick’in hastalarından alınan kan, idrar ve enfekte kobay örneklerini enjekte ettikleri deney hayvanlarında ateşli bir hastalığı oluşturmuşlardır. Enfekte farelerden alınan dalak kesitlerinin Machavello ile boyalı preparatlarında hücre içinde küçük çomak şeklindeki organizmalar ile dolu vakuoller gözlenmiştir. Araştırmacılar, organizmanın hücre içi yerleşim yeri ve mikroskopik görünümü nedeniyle etkene Rickettsia burnetii ismini vermişlerdir. Queensland bölgesinde beş yıl içerisinde 112’si mezbaha, 26’sı süthane çalışanı olmak üzere toplam 156 olgu tanımlanmıştır (1,3,4,7). 1935 yılında Cox and Davis, ABD Montana eyaletindeki Nine-Mile bölgesinden toplanan Dermacentor andersoni türü kenelerin kobaylarda patojen olduğunu gözlemişler ve kobaylardan Rickettsiae benzeri bir organizma izole etmişlerdir (3,7). Cox, virüs ile Rickettsiae’ların bazı özelliklerini göstermesi ve filtrelerden geçebilmesi nedeniyle bu etkene Rickettsia diasporica adını vermiştir. Cox, 1938 yılında etkeni embriyonlu yumurtada üretmiştir (5-7). Bu dönemde Rocky Mountain laboratuvarında yürütülen çalışmalar esnasında hastalanan bir laboratuar çalışanın kanı kobaya verilerek enfeksiyon oluşturulması etkenin insanlar için de patojen olduğunu kanıtlamıştır (1,3-5,7). Dyer tarafından Avusturalya’da insanlarda Q-humması olarak tanımlanan ajan ile ABD’de kenelerden izole edilen Rickettsia diaporica’nın aynı olduğu gösterilmiştir. Aynı dönemlerde Avusturalya ve ABD’de bakteriyi izole eden Cox ve Burnet’in isimlerine atfen Coxiella burnetii olarak önerilen isim genel kabul görmüştür (3-5). II. Dünya savaşı sırasında Akdeniz Bölgesindeki Alman askeri birliklerinde bronkopnömoni ile karakterize ilk olgular tanımlanmıştır. 1943-44 kışında İtalya, Korsika, Ukrayna, Kırım, Bulgaristan ve Yunanistan’daki askeri birliklerde görülen atipik pnömoni tablosu ile seyreden salgınlar ‘Balkan Gribi’ olarak adlandırılmıştır (3,4,7,8). Alman Askeri birliklerindeki tanımlanmış olgu sayısı 1000’in üzerindedir. Yunanistan ve İtalya’daki İngiliz Birliklerinde sekiz atipik pnömoni salgını gözlenmiştir. Caminepetros, olguların kan ve balgam örneklerindeki Balkan Gribi etkenini deney hayvanlarında izole etmiştir. Balkan Gribinden sorumlu etkenin ABD’de yapılan incelemesinde, bu ajanın Q humması etkeniyle aynı olduğunun kanıtlanması C.burnetii enfeksiyonun Avustralya ve Amerika’ya özgül bir hastalık olmadığını göstermiştir (3,5,7,8). Hastalığın ilk görüldüğü bölgeler ve en sık tanımlandığı meslek grubu nedeniyle Avusturalya Q-humması, mezbaha ateşi, Nine-Mile ateşi ve Balkan gribi gibi isimlerle de anılmaktadır (3-5,8).

2.
2. Bölüm: Türkiye’de C.Burnetıı’nin Epidemiyolojisi
Selçuk Kılıç, Bekir Çelebi
Sayfalar 21 - 31
Ülkemizde hayvanlarda (ruminantlarda) C.burnetii enfeksiyonunun enzootik olduğu kabul edilmesine rağmen, Q hummasının insan ve hayvanlardaki epidemiyolojisi çok az anlaşılmıştır. Hayvanlardaki C.burnetii enfeksiyonu halk arasında “eski hastalık” olarak bilinmektedir (99). Ülkemizde C.burnetii’nin varlığı, Payzın tarafından 1947 yılındaki Q humması salgını ile gösterilmiştir (99,100). Aslında, 1946 yılında Yunanistan’a ihraç edilen 127 kıl keçisinin 12’sinde C.burnetii antikorların Caminepetros tarafından saptanması ülkemizde Q hummasının varlığına yönelik ilk bulgudur (101). Türkiye’deki ilk Q humması salgını ise 1947 yılında Aksaray İli Ozancık Köyünde tanımlanmıştır. Mayısağustos ayları arasında toplam 21 olgu saptanmış ve bölgedeki hayvanlarda serolojik olarak (KBT) Q hummasının varlığı gösterilmiştir. Hastalığın bulaşma yolu kesin olarak belirlenememiş ancak enfekte kene dışkıları ile kontamine yünlerin inhalasyonu ile geliştiği öne sürülmüştür (100). Ülkemizde Q hummasına bağlı bilinen tek ölüm vakası bu salgında yaşlı bir kadında sıtma hastalığına bağlı vasküler yetmezlik nedeniyle görülmüştür (100,102). Q hummasının tanımlanmasıyla birlikte 1948-55 yılları arasında insan ve hayvanlarda C.burnetii’nin yaygınlığı saptamak amacıyla çok sayıda çalışma yapılmıştır. 1948 yılında Ankara menşeili 36 süt örneğinde yürütülen bir çalışmada iki örnekten bakteri izole edilmiştir. İnsanlarda Q hummasının varlığı, altısı Ankara’dan ve biri İzmir’den gönderilmiş hasta serumlarından izolasyon ve farklı nedenlerle Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsüne gönderilmiş hasta serumlarında C.burnetii antikorlarının gösterilmesiyle desteklenmiştir (102,103). Q humması şüpheli ilk klinik vaka 1947 yılı şubat ayında atipik pnömoni tanısı konulan Ankara Numune Hastanesi bakteriyoloğu Dr. Ali Korur’dur. Mikrobiyolojik incelemelerde etken saptanamayan ve penisilin ile sulfonamid tedavisine yanıt vermeyen olguya serolojik testlerle Q humması tanısı konulmuştur (102). 1948- 1953 yılları arasında yurt çapında 20 ilde Q hummalı olguların saptanması o tarihlerde bile hastalığın ülkemizde yaygınlığını gösteren önemli bir bulgudur (Şekil 7).

EDITÖRE MEKTUP
3.
Genetik Kodların Uluslararası Paylaşımı
International Sharing of the Genetic Codes
Alper Akçalı
Sayfalar 109 - 110
Makale Özeti |Tam Metin PDF

ARAŞTIRMA
4.
Kistik Ekinokokkozis Tanısında IgE Ve IgG Cevaplarının Korelasyonu
The Correlation of IgE and IgG Responses in Diagnosis of Cystic Echinococcosis
Gülden Sönmez Tamer, Şeyda Çalışkan
Sayfalar 111 - 114
AMAÇ: Bu çalışma kistik ekinokokkozis (KE) ön tanısı alan alerjik semptomlu hastalarda serolojik tanı yöntemlerinin korelasyonunu araştırmak amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEMLER: Alerjik semptomları olan fzik muayene ve radyolojik incelemeler sonucunda KE ön tanısı alan 48 hastaya ait serum örnekleri toplanmıştır. Bunlarda KE IgG antikorları ELISA (Enzyme Linked Immunosorbent Assay) ve IHA (Indirekt Hemagglütinasyon) testleriyle araştırılmıştır. Ayrıca Echinococcus granulosus’a özgül spesifk IgE, total IgE ve eosinoflik katyonik proteinler de (EKP) ELISA ile değerlendirilmiştir.
BULGULAR: ELISA ve IHA sonuçları birlikte değerlendirildiğinde 24 olguda (%50) anti-E. granulosus IgG antikorları saptanmıştır. Spesifk IgE cevabı ile ELISA (r=0,90;p<0,001) ve IHA (r=0,89;p<0,001) sonuçları arasında güçlü bir korelasyon saptanmıştır. Spesifk IgE cevabının KE’ yi saptamadaki duyarlılığı %95,8; özgüllüğü %91,7; pozitif prediktif değeri %92 ve negatif prediktif değeri %95,6 olarak bulunmuştur. Pozitif olguların EKP sonuçları da negatif olgulardan anlamlı bir şekilde yüksektir (p=0,03).
SONUÇ: KE’de spesifk IgE yanıtı ile IgG yanıtı arasında güçlü bir korelasyon saptanmış ve hastalığın tanısında IgE’nin de kullanılabileceği düşünülmüştür.
OBJECTIVE: It was aimed to evaluate the correlation of serological diagnostic methods among patients with allergic symptoms prediagnosed as cyst hydatid diseases and search for different antibodies.

METHODS: We applied ELISA and IHA tests to 48 patients who had allergic symptoms and preliminary diagnosis of cystic echinococcosis as a result of physical examination and radiological evaluations. The IgG antibody levels are determined by ELISA and IHA. Furthermore, Echinococcus granulosus specifc IgE, total Ig E levels and ECP(eosinolic cathionic protein) were also evaluated using ELISA method.
RESULTS: When both ELISA and IHA results were evaluated 24 cases (50%) were determined with anti-E.granulosus antibodies. It was found a strong correlation between specifc IgE response with the results of ELISA (r=0,90;p<0,001) and IHA (r=0,89;p<0,001). Sensitivity, specifcity, positive predictive value and negative predictive value were 95,8%, 91,7%, 92% and 95,6% respectively in specifc IgE positive patients. Positive cases ECP results are higher than negative cases (p=0,03).

CONCLUSION: Strong correlation between specifc IgE and IgG responses was determined and it is postulated that IgE could be used in the diagnosis of cystic echinococcosis.

5.
Üriner Sistem Enfeksiyonlarından İzole Edilen Escherıchıa Colı Suşlarının Siprofloksasin Ve Diğer Antibiyotiklere Karşı Duyarlılıklarının Karşılaştırılması
Comparison Of Susceptibility Of Escherichia Coli Strains Isolated From Urinary System Infections To Ciprofoxacin And Other Antibiotics
Abbas Yousefı Rad, Selma Bilge, Ayşe Fidan
Sayfalar 115 - 119
AMAÇ: Escherichia coli, üriner sistem enfeksiyonlarının % 90’ına neden olmaktadır. Erişkinlerde üriner sistem enfeksiyonlarının ampirik tedavisinde, sıklıkla siprofoksasin tedavisi tercih edilmektedir. Bu antibiyotiğin kullanımındaki artış bakterilerde bu antibiyotiğe karşı direnç oranında artışa neden olmuştur. Bu çalışmada idrar kültürlerinden izole edilen E. coli suşlarının siprofoksasine karşı direnç oranlarının diğer antibiyotiklerle karşlaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: İdrar kültürlerinden izole edilen 677 E. coli suşu, konvansiyonel yöntemler ile tanımlanmıştır. Antibiyotik duyarlılık testleri Vitek-32 (bioMerieux-France) kullanılarak araştırılmıştır.

BULGULAR: 677 E. coli suşunun %29,2’si sifrofoksasine dirençli, % 11’i Genişlemiş Spektrumlu Betalaktamaz (GSBL) pozitif olarak bulunmuştur. GSBL pozitif izolatların da %33’ü siprofoksasine dirençli bulunmuştur. Siprofaksasine dirençli olan E. coli suşlarının aynı zamanda ampisiline %91, trimetoprim/sulfametoksazole %58, seftriaksona % 42, amikasine %10 ve nitrofurantoine % 13 dirençli olduğu saptanmıştır. Bununla beraber 677 E. coli suşunun siprofoksasine duyarlılık oranı %70,8 olup bu duyarlı suşların % 2’sinin GSBL pozitif olduğu bulunmuştur. Siprofaksasine duyarlı E. coli suşları; ampisiline %54, trimetoprim/sulfametoksazole %31, seftriaksiona % 2, nitrofurantoine %3,3 ve amikasine %2,5 dirençli bulunmuştur. GSBL üreten ve üretmeyen E. coli suşları; siprofaksasine karşı direnç açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmuştur (p<0,01).
SONUÇ: İdrar yolu enfeksiyonlarından izole edilen dirençli suşlar sıklıkla çoklu direnç gösterdiğinden, ampirik tedavide antibiyotik duyarlılık test sonuçları göz önünde bulundurularak antibiyotik seçimi yapılmalıdır.
OBJECTIVE: E.coli causes 90% of urinary system infections. Ciprofoxacin treatment is frequently preferred for empiric treatment of urinary system infections in adults. Increase in use of this antibiotic has caused increase of resistance rate against this antibiotic in bacteria. It has been aimed in this study to compare resistance rates of E.coli strains isolated from urine culture against ciprofoxacin with those against other antibiotics.
METHODS: 677 E.coli strain isolated from urine cultures were identifed by conventional methods. Antibiotic susceptibility tests have been investigated by using Vitek-32 (bioMerieux France).
RESULTS: 29,2% of all 677 E.coli strain have been found to be resistant against ciprofoxacin and 11% to be Extended Spectrum Beta-lactamase (ESBL) positive. 33% of ESBL positive isolates have been found to be resistant against ciprofoxacin. It has been determined that E.coli strains, which were resistant against ciprofoxacin, were 91%, 58%, 42%, 10% and 13% resistant against ampicilline, trimethoprim/ sulphamethoxazol, seftriaxon, amicasin and nitrofurantoin, respectively.
However, susceptibility ratio of 677 E.coli strain against ciprofoxacin is 70,8% and it has been found that 2% of those strains are ESBL positive. Ciprofoxacin-susceptible E.coli strains have been found to be resistant against ampisilin with the ratio of 54%, trimethoprim/sulphametoxazol 31%, seftriaxon 2%, nitrofurantoin 3,3% and amicasin 2,5%. A statistically signifcant difference has been found for the resistance of ESBL-producing and non-ESBL-producing E.coli strains against ciprofoxacin (p<0,01).

CONCLUSION: Since resistant strains isolated from urinary tract infections frequently show multiple resistance, selection of antibiotic should be made by considering results of antibiotic susceptibility tests in empirical treatment.

6.
Türk Erkeklerinde Prostat Kanseri Tanısında Serbest/Total Prostat Spesifik Antijen Oranının Tanısal Yeterlilik Bakımından Değerlendirilmesi Ve Uygun Cut Off Değerinin Araştırılması
Evaluation of the Diagnostic Value of Free/Total Prostate Specifc Antigen for Prostat Cancer in Turkish Males, Investigating the Appropriate Cut off Value
Birsen Sahillioğlu, Gönül Erden, Serpil Erdoğan, Mustafa Metin Yıldırımkaya
Sayfalar 121 - 125
AMAÇ: Serum total prostat spesifk antijen (PSA) değeri 4-10 ng/mL arasında bulunan hastalarda, prostat kanseri (PCa) ve benign prostat hipertrofsi (BPH) ayrımında, serbest/ total PSA oranının tek başına total PSA kullanımından daha faydalı olduğu bildirilmektedir. Ancak bildirilmiş cut off değerleri arasında farklar bulunabilmektedir. Bu çalışmada labo-ratuvara başvuran hastalar için serum serbest/total PSA oranı cut off değeri tayini amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Bu çalışmada, yaşları 56-84 arasında değişen (ortalama±S.D.; 68.1±6.8), total PSA değerleri 4-10 ng/mL arasında bulunan, TRUS+PBx (transrektal ultrasonograf eşliğinde sistematik prostat biyopsisi) ile elde edilen patolojik tanılarına göre ayrımı yapılan, 31 BPH ve 20 PCa’lı hastada serum total ve serbest PSA düzeyleri kemilüminesans mikropartikül immunokimyasal (CMIA) yöntem (Architect i2000, Abbott) ile tayin edilmiştir. Bu parametrelerin ve serbest/total PSA oranının duyarlılık, özgüllük, pozitif ve negatif kestirim değerleri, ROC (receiver operating characteristic-nispi işlemleme özelliği) analizleri ve aralarındaki uyumluluk çalışmaları yapılmıştır.
BULGULAR: Serum serbest/total PSA oranı ortalama değeri, PCa’lı olgularda 0.19 (0.01-0.60) iken, BPH grubunda 0.25 (0.10-0.48) bulunmuştur (p<0.05). ROC analizinde eğri altındaki alan serbest/total PSA için 0.707 (p=0.013) iken total PSA için 0.557 (p=0.493) olarak bulunmuştur. Serum serbest/total PSA oranı için cut off değeri 0.17 olarak alındığında, duyarlılık %70, özgüllük %75 iken cut off değeri 0.18 olarak alındığında, duyarlılık %70, özgüllük %68 olarak saptanmıştır.
SONUÇ: PCa tanısında serum serbest/total PSA oranının kullanımının, tek başına total PSA kullanımından daha yüksek duyarlılık ve özgüllüğe sahip olduğu ve serbest/total PSA oranı için 0.17 cut-off değeri alındığında, PCa ve BPH arasında ayırımı kolaylaştırabileceği ve gereksiz biyopsileri azaltabileceği kanısına varılmıştır.
OBJECTIVE: It is reported that using only free-to-total PSA ratio in differential diagnosis between prostate cancer and benign prostatic hyperplasia (BPH) in the patients with 4-10 ng/mL PSA values is more useful than total PSA. However, different cut-off values have been reported. In this study, it was aimed to determine cut-off value of the free PSA to total PSA in the serum of the patients who applied to the laboratory.

METHODS: In this study, a total of 51 patients who had PSA values between 4-10 ng/mL and age between 56-84 years old (mean: 68.1±6.8) were included. Sera were obtained from pathologically diagnosed with TRUS+PBx (transrectal ultrasonographic sistematic prostate biopsy) 31 BPH and 20 PCa patients. Serum total and free PSA values were determined with chemiluminescent microparticle immunoassay (CMIA) (Architect i2000, Abbott). Sensitivity, specifcity, positive predictive value, negative predictive value were calculated; receiver operating characteristic (ROC) analyses and the correlation between them were determi-ned.

RESULTS: While average serum free/total PSA ratio was 0.19 (0.01-0.60) in the prostate cancer group, it was found 0.25 (0.01-0.48) in the BPH group (p<0.05). Areas under the ROC curves was found as 0.707 ( p= 0.013 ) for free/ total PSA and 0.557 ( p= 0.493) for total PSA. While the cut off value was taken as 0.17 for the ratio of free/ total PSA, sensitivity was % 70 and specifcity was 75% and those values were 70% and 68% respectively if the cut off value was 0.18. This ratio is signifcantly low in patients with prostate cancer compared to BPH The sensitivity and specifcity of free/total PSA were 70% and 75% at a cut off value 0.17.
CONCLUSION: lt was postulated that using only free/total PSA ratio has more selectivity and sensitivity in the diagnosis of prostate cancer than using only total PSA value and when the cut-off value was accepted as 0.17 for free/total PSA, it is easier to differentiate prostate cancer from BPH which might reduce unnecessary biopsies.

7.
Isparta İli’ndeki Sağlık Ocaklarında Kullanılan Gebe-Lohusa İzlem Fişlerinin Kayıt Yeterlilik Durumu Ve Verilen Hizmet Yeterliliğinin Değerlendirilmesi
Registration Effciency of The Pregnancy-Childbed Follow Up Cards Used in Isparta City Primary Health Centers and Determination of the Suffciency of the Service
Raziye Özdemir, Ahmet Nesimi Kişioğlu, Mustafa Öztürk, Ersin Uskun, Fehmi Özgüner
Sayfalar 127 - 134
AMAÇ: Ülkemizde, ilgili yasa ve buna bağlı olarak düzenlenen yönergeler gereğince doğum öncesi ve sonrası bakım hizmetleri Gebe-Lohusa İzlem Fişleri (GİF) yardımıyla yapılır. Çalışmada Isparta İlindeki GİF kayıtlarının incelenmesi, kalitesinin ortaya konulması, eksiklikler varsa hangi bilgilerin toplanmasında daha çok zorlanıldığı, ülkemizin diğer bölgelerindeki benzer çalışmalarla karşılaştırılması ve konunun tartışılması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Çalışmada Isparta İl Merkezi’nde bulunan 18 sağlık ocağında bir yıl içinde doğum yapmış kadınlara ait 1587 GİF incelenmiştir. Veriler, istatistik paket programı ile analiz edilmiştir.

BULGULAR: GİF’lerde bulunan demografk bilgiler, ilk tespit zamanı ve izlem sayıları, gebelerin genel risk faktörlerine göre izlem ortalamaları, izlemleri sırasında yapılan işlemlerin kaydedilme durumları tespit edilmiştir. Gebe ve lohusa izlemleri sırasında yapılması gereken işlemlerin tümünün bir arada ve en az bir kez yapıldığı gebe sayısı 79 (% 5.0) olarak bulunmuştur. Doğum öncesi dönemde en fazla beslenme konusunda (% 80.0); lohusalık döneminde ise en fazla aile planlaması konusunda eğitim verildiği (% 71.0) tespit edilmiştir.
SONUÇ: Eksiklikler, ülkemizdeki diğer kayıt çalışmalarıyla kıyaslanarak tartışılmıştır. Eksikliklerden bazılarının fşi dolduran kişinin görevini tam olarak yapamaması, özellikle daha detaylı bilgi gereken durumların bilgi eksikliğinden kaynaklanabileceği düşünülmüştür.
OBJECTIVE: In our country, related with the laws and directives; prenatal and postnatal care is put in order by the help of pregnancy-childbed follow up cards. In this study, it was aimed to detect the quality of registation and discuss the insuffciencies, to fnd out the suffciency of the pregnancy-childbed follow up cards, to detect the diffculties in collec-ting data in Isparta City, compare results with studies from different parts of Turkey and to discuss this subject.
METHODS: In this study, 1587 pregnancy- childbed follow up cards from 18 different primary health centers were investigated during the last year in Isparta City Center. Data were evaluated by statistical package program.
RESULTS: Demographic datas in the follow up cards, frst observation time and follow up numbers, average follow up number of pregnant women according to the risc factors and recording situations during follow up were detected. Pregnant women numbers that all procedures were made perfectly at least one time during pregnancy was 79 (5.0 %). Before delivery, mostly educations about feeding were performed to the women, as a ratio of 80.0 %. For the woman after childbirth; knowledge about family planning was the main subject (71.0 %).

CONCLUSION: All of the fndings were discussed in comparison with the other registration studies in our country. It was thought that some of the defciencies were associated with the employees. Especially for situations in which necessitates experience; it was thought that people on duty couldn’t have enough knowledge

OLGU SUNUMU
8.
Plasmodıum Falcıparum Ve Plasmodıum Vıvax’ın Etken Olduğu İmporte Sıtma Olgusu
An Imported Case Of Mixed Malaria Caused By Plasmodium Falciparum And Plasmodium Vivax
Gülden Sönmez Tamer, Devrim Dündar, Yusuf Yazıcıoğlu
Sayfalar 135 - 138
Plasmodium türlerinin neden olduğu sıtma, dünyada ve Türkiye’de önemini koruyan paraziter bir hastalıktır. Ülkemiz kaynaklı sıtma olguları Plasmodium vivax türüne ait olup, bu tür dışında kalan sıtma olguları importe vakalar olarak değerlendirilmektedir. Ülkemizde sık görülmemesi nedeniyle burda, Gana kaynaklı klorokine duyarlı Plasmodium falciparum ve P. vivax’ın birlikte saptandığı miks sıtma olgusu sunulmuştur.
Malaria caused by Plasmodium species is an important parasitic infection in Turkey as in the rest of the world. Malaria cases originating in our country are caused by P. vivax those caused by other Plasmodium spp. are imported cases. As rarely seen in our country, a case with both chloroquine-sensitive P. falciparum and P. vivax malaria originated from Gana was presented in this article.

DERLEME
9.
Amebiyaz Ve Virulans Faktörlerinin Entamoeba Histolytica Patogenezindeki Rolü
Amebiasis and the Role of Virulance Factors in Entamoeba histolytica Pathogenesis
Semra Özçelik, Erdoğan Malatyalı
Sayfalar 139 - 148
Amebiyaz, özellikle sanitasyonun eksik olduğu gelişmekte olan ülkelerde sık görülen önemli bir halk sağlığı problemidir. Hastalığın kliniği parazitin bağırsak yüzeyine ve diğer tabakalarına yayılmasıyla ortaya çıkar. Bununla birlikte parazit karaciğer, beyin gibi diğer organlara da yerleşerek apse oluşturabilir. Parazit genomunun dizilenmesi, antisens gen inhibisyonu ve gen susturulması gibi moleküler yöntemlerin kullanılması sonucu parazitin patogenezinin anlaşılmasında büyük gelişmeler sağlanmıştır. E. dispar’ ın 1993’de morfolojik olarak benzer fakat apatojen bir tür olarak tanımlanmasından sonra, aralarındaki genomik düzeydeki farklar virülans faktörlerinin açıklanmasında önemli bir yer tutmaktadır. Son çalışmalar ışığında E.histolytica’da dört grup virulans faktörü tanımlanmıştır. Bunlar; adezyon molekülleri, amebaporlar, sistein proteinazlar ve lipofosfopeptidoglikan yüzey kompleksleridir. Bu faktörlerin lezyonun gelişimi sırasındaki rolleri bu derlemenin temel konusunu oluşturmaktadır. Ayrıca, parazit ve konak hücre etkileşimleri burada özetlenmiştir; bu etkileşimin açıklanması infamasyon ve programlı hücre ölümünün gerçekleşmesindeki en önemli noktadır. Son yıllarda parazitin patogenezi hakkında daha fazla bilgi edinilmesine rağmen cevap bekleyen birçok soru bulunmaktadır. Bunların başında parazitin enkistasyonu, infamasyon gelişimi, apopitotik ve nekrotik hücre ölümü gelmektedir. Ayrıca, parazitin yerleşim yerine göre farklı klinik belirtiler vermesi, açıklanması gereken bir diğer konudur. Bu nedenle, E. histolytica patogenezinin daha iyi anlaşılması için yeni çalışmalara ve gerçekçi hayvan modellerine ihtiyaç vardır.
Amebiasis is a parasitic disease of worldwide which has public health importance, particularly in developing countries having poor sanitary conditions. Clinical amebiasis results from the spread of trophozoites into the colon wall and beyond, and also the parasite may invade other organs such as liver, brain and causes abscess. Current development on E. histolytica pathogenesis is based on the publication of E.histolytica genome and using molecular techniques such as antisense inhibition of target gene expression and irreversible gene silencing. After characterization of E. dispar as a distinct species that is morphologically identical but apathogen in 1993, difference between two microorganisms in genomic level has revealed much information about virulence factors. In the light of recent studies, four virulence factors are defned; adhesion molecules, amoebapores, cysteine proteinases and complex lipophosphopeptidoglycans. The roles of these factors during invasion are the main concept of this review. Furthermore, interactions between parasite and host cell are summarized; this is the key point of understanding the role of infammation and programmed cell death in the pathogenesis of amebiasis. Although we have learned much about pathogenesis in recent years, there are still many unanswered questions. Most important ones of those questions are about encystation of parasite, infammation process, apoptosis and necrotic cell death of host cells. In addition, how the parasite causes different clinical signs in different organs is another unexplained part in pathogenesis. Consequently, new studies and realistic animal models are needed to clarify the pathogenesis of E. histolytica.

10.
Gıda Zehirlenmelerinde Etken Faktörler
Effcient Factors for Food Poisoning
Fügen Durlu Özkaya, Menekşe Cömert
Sayfalar 149 - 158
Günümüzde gıda zehirlenmelerinin azalması için güvenli gıda üretimi ve gıda hijyeni konularına dikkat edilmesi gerekmektedir. Güvenli gıda üretimi gıdaların fziksel, kimyasal ve biyolojik olarak değerlendirilen etmenlerden arındırılarak, üretim sırasında belirli kontrollerin yapıldığı uygulamalardır. Gıda hijyeni ise, herhangi bir gıdanın temiz, bozulmamış yani içerisinde sağlığa zarar verecek herhangi bir madde bulundurmaması ve hastalık etmenlerinden arındırılmış olması demektir. Gıda hijyeninin sağlanması hazırlanacak yiyeceklerin ham maddelerinin satın alınmasından başlayarak dikkat edilmesi gereken bir süreçtir. Son yıllarda tüketiciler gıda konusunda bilinçlenerek sağlıklı ve güvenli gıda arayışı içerisine girmiştir. Bu nedenle, üreticilerin bu durumu dikkate alarak üretim yapmaları zorunluluk haline gelmiştir.Bu derleme, tüketicileri ve gıda üretimi alanında çalışanları gıda zehirlenmeleri konusunda bilgilendirmek amacıyla hazırlanmıştır. Gıda zehirlenmelerinde etken faktörlerin yanı sıra gıdalarda risk oluşturan etmenler de irdelenmiştir.
In today’s world, extreme precautions must be taken for securing food processing and food hygiene issues in order to decrease food poisoning cases. Secure food processing is the process of purifcation of food from physical, chemical and biological artifacts, with certain controlling steps involved during the production. Food hygiene is defned as the state of a food being clean, or in other words in a condition that is not unhealthy, purifed from artifacts that may have caused illness. Providing food hygiene is a process that starts with the acquisition of raw ingredients for food to be prepared. In recent years consumers became more and more conscious for looking after healthy and trusted food items. Therefore, it has become mandatory for manufacturers to take into consideration this case and provide manufacturing accordingly.This review was prepared in order to inform the consumers and employees working in food industry about food poisoning. The strong factors in food poisoning were stressed as well as artifacts causing such risks in the food industry.

LookUs & Online Makale
w