ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Türk Hijyen ve Deneysel Biyoloji Dergisi - Turk Hij Den Biyol Derg: 74 (3)
Cilt: 74  Sayı: 3 - 2017
1.
THDBD 2017-3 Cilt 74 Tüm Dergi
TBHEB 2017-3 Vol 74 Full Printed Journal
Utku Ercömart
doi: 10.5505/TurkHijyen.2017.34651  Sayfalar 184 - 260
Makale Özeti |Tam Metin PDF

2.
Kemoreziztant rahim kanseri hücrelerinin TRAIL ve FAS aracılı apoptoz duyarlılıklarının radyasyon ile arttırılması
Enhancing sensitivity of chemoresistant ovarian cancer cells to TRAIL and FAS mediated apoptosis by radiation
Ercan Cacan
doi: 10.5505/TurkHijyen.2017.12499  Sayfalar 185 - 192
GİRİŞ ve AMAÇ: Ölüm reseptörleri, ligandları ile etkileşime girerek apoptotik sinyalleri başlatmaktadır. Ancak rahim kanserinin gelişimi sürecinde ölüm reseptörlerinin ekpresyonu sıklıkla baskılanmaktadır ve yakın zamanda yapılan araştırmalarda bu reseptörlerin baskılanması ile kemoterapötik ilaçlara karşı oluşturulan direnç mekanizmaları arasında ilişki olduğu öne sürülmüştür. Radyoterapi yaygın bir kanser tedavi yöntemi olmakla birlikte, düşük dozlardaki radyasyonun tümörün mikro çevresini etkilediğine dair bulgular rapor edilmiştir. Bu çalışmanın amacı ölümcül olmayan iyonize radyasyonun kemoreziztant rahim kanseri hücrelerinde ölüm reseptörlerinin ekspresyonunu değiştirip değiştirmeyeceğinin belirlenmesi ve expresyonu arttırılmış ölüm reseptörlerinin TRAIL yada FASL aracılı apoptozu arttırıp arttırmayacağının araştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Flow sitometri kullanılarak sisplatin’in kemosensitif ve kemoreziztant Rahim kanseri hücrelerinin canlılığı, ölüm reseptörlerinin düşük dozlardaki radyasyona maruz bırakılan kemoreziztant rahim kanseri hücrelerindeki expresyonu ve bu hücrelerin FAS/TRAIL aracılığıyla gerçekleşen apoptotik durumları analiz edildi.
BULGULAR: Elde ettiğimiz bulgular gösterdiki, yüksek dozdaki sisplatin muamelesine rağmen kemoreziztant A2780-AD hücrelerinin büyük bir kısmı canlılığını sürdürmektedir. Ancak ilaçlara duyarlılık gösteren A2780 hücreleri düşük dozdaki sisplatin muamelesine rağmen ölmeye başladılar. Bu çalışmanın bulgularına göre 2Gy yada 5Gy iyonize radyasyon, çoklu ilaçlara dirençli rahim kanseri hücrelerinde ölüm reseptörlerinin, FAS ve DR4, expresyonunu arttırmaktadır. Yine sonuçlara göre ölümcül olmayan iyonize radyasyon, kemoreziztant rahim kanseri hücrelerinin FAS ve TRAIL aracılı apoptoza uğrama mikrarlarını önemli bir ölçüde arttırmaktadır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma gösteriyorki, düşük dozlardaki radyasyonun doğal olarak kemorarapiye direnç gösteren rahim kanseri hücrelerinin immünogenitisini arttırdığı ve anti-tümör immüniteyi indükleği ortaya çıkmaktadır.
INTRODUCTION: Death receptors initiate apoptotic signals following interaction with their cognate ligands. However, expressions of death receptors are often downregulated during ovarian cancer progression and suppression of death receptors has been recently associated with resistance to chemotherapeutic drugs in ovarian cancer cells. Radiotherapy is a common treatment modality for several cancer types and it has been reported that low-dose ionizing radiation modulates tumor microenvironment. The purpose of the present study is to determine if sub-lethal ionizing radiation will modulate the expression of common death receptors in chemoresistant ovarian cancer cells and to investigate if reversed expression of death receptors will enhance TRAIL or FASL mediated apoptosis.
METHODS: Flow cytometry analyses were performed to determine the effects of chemotherapeutic drug, cisplatin, on chemosensitive and chemoresistant ovarian cancer cells viability, cellular expressions of death receptors and TRAIL or FAS mediated apoptosis, following sub-lethal irradiation in drug resistant ovarian cancer cells.
RESULTS: Our results showed that majority of chemoresistant cells, A2780-AD, remain viable following a high dose of cisplatin treatment, however the drug sensitive A2780 cells start to die following low dose drug exposure. The results demonstrate that 2Gy or 5Gy ionizing radiation enhances expression of death receptors, FAS and DR4, in multi drug resistant A2780-AD ovarian cancer cells. The data further confirm that sub-lethal ionizing radiation increases FAS/TRAIL-mediated apoptosis of the chemoresistant ovarian tumor cells.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study suggests that sub-lethal radiation treatment may simultaneously increase immunogenicity of tumor cells and the induction of antitumor immunity to chemoresistant ovarian cancer cells.

3.
Adölesan gebelik gerçekten bir risk faktörü müdür?
Is adolescent pregnancy really a risk factor?
Umit Gorkem, Cihan Toğrul, Tayfun Güngör
doi: 10.5505/TurkHijyen.2017.87699  Sayfalar 193 - 200
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada bir üniversite hastanesinde gerçekleşen doğum verilerine göre adölesan, yetişkin ve ileri yetişkin olmak üzere 3 farklı yaş grubunun kötü maternal ve neonatal sonuçlar ile ilişkisini araştırmak amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız Ocak 2010- Aralık 2014 tarihleri arasını kapsayan 5 yıllık periyotta Hitit Üniversitesi Çorum Eğitim ve Araştırma Hastanesinde gerçekleşmiş doğumların verilerini kapsamaktadır. Dahil edilme kriterlerini karşılayan 19912 gebe, yaş gruplarına göre 3’e ayrıldı: i) Adölesan yaş grubu (12-19 yaş arası, n=1774), ii) Yetişkin yaş grubu (20-35 yaş arası, n=16542) ve iii) İleri yetişkin yaş grubu (>35 yaş üstü, n=1596). Çalışmaya dahil olan tüm gebelerin anne yaşı, bebek doğum ağırlıkları, gebelik başı ve sonu hemoglobin düzeyleri, doğum tipleri, yenidoğan yoğun bakım gereksinimi ve major perineal laserasyon varlığı gibi parametrelerinin istatistiksel karşılaştırma ve analizleri yapıldı.
BULGULAR: Adölesan gebeliklerin yaş ortalaması 18.3 yıl iken yetişkin gebeler 26.6 yıl ve ileri yetişkin gebeler ise 38.2 yıl yaş ortalamasına sahip idiler (p<0.001). Genel olarak adölesan gebelerin ortalama bebek doğum ağırlıkları diğer yaş gruplarının ortalama bebek doğum ağırlıklarına göre daha düşük bir değerde idi. (p=0.029). Adölesan gebeler daha sıklıkla düşük doğum ağırlıklı bebekleri doğurdukları saptandı (p<0.001). Ayrıca makrosomik bebek doğum sıklığının ileri yetişkin yaş grubunda daha yüksek olduğu belirlendi (p<0.001). Adölesan yaş grubu gebeler daha düşük gebelik başı ortalama hemoglobin düzeyine sahip idiler(p<0.001). Gebelik sonu hemoglobin düzey karşılaştırmalarında ise yine adölesan yaş grubunda daha düşük ortalama hemoglobin düzeyi saptandı (p=0.002). Doğum tipi açısından vajinal doğum adölesan yaş grubu gebelerde diğer yaş gruplarına göre daha yüksek sıklıkta gerçekleştiği görülmekte idi (p<0.001). Adölesan yaş grubunda major perineal laserasyon yüzdesi diğer gruplara göre istatistiksel anlamlılıkta daha yüksekti (p<0.001). Yenidoğan yoğun bakım gereksiniminin tüm yaş gruplar ile yapılan karşılaştırmalarda ileri yetişkin yaş grubu gebelerde en yüksek olduğu belirlendi (p<0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Adölesan gebeler daha çok olasılıkla normal vajinal doğum yapmaktadırlar. Dolayısı ile acil obstetrik endikasyonlar dışında elektif sezeryan doğum bu yaş grubunda özellikle kaçınılmalıdır. Ancak major perineal laserasyon ve düşük doğum ağırlıklı doğum riskinin adölesan yaş grubunda daha yüksek oranlarda görüldüğü gerçeği de akılda tutulmalıdır.
INTRODUCTION: It was aimed to investigate the relationship between adverse maternal and neonatal outcomes and the pregnant women cathegorized into three age groups (adolescent, adult and advanced adult groups) on the base of obstetric data of a university hospital.
METHODS: Our study included the obstetric data of the Hitit University Hospital between January 1, 2010 and December 31, 2014. Total of 19912 pregnant women who met the inclusion criteria were grouped into three according to their ages: i) Adolescent age group (12-19 years of age, n=1774), ii) Adult age group (20-35 years of age, n=16542), and iii) Advanced adult age group (>35 years of age, n=1596). The comparisons and statistical analyses of parameters including maternal age, birth weight,hemoglobin levels at early and late pregnancy, delivery type, necessity for newborn intensive care unit and presence of major perineal laceration.
RESULTS: While the mean age of adolescent pregnants was 18.3 years, the mean age of adults and advanced adults were 26.6 years and 38.2 years respectively (p<0.001). Overall birth weight mean of adolescent women was lower than other groups (p=0.029). It was also detected that adolescent pregnants delivered in a high percentage of lower birth weigth (p<0.001). The frequency of macrosomic baby in advanced adult women was found to be higher (p<0.001). Adolescent aged pregnants had lower mean hemoglobin level at early pregnancy (p<0.001). Furthermore, the mean hemoglobin level at late pregnancy was lower in adolescent group (p=0.002). At the aspect of delivery type, adolescents delivered vaginally more frequently compared to adults and advanced adults (p<0.001). In the adolescent group, the percentage of major perineal laceration was found to be significantly higher than other groups (p<0.001). The necessity for newborn intensive care unit was higher in advanced adult pregnants (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Adolescent pregnant women more likely deliver vajinally. Thereby, elective cesarean section must be avoided except for urgent obstetric indications. Moreover, it must be kept in mind that risks of low birth weigth and major perineal laceration are much higher in adolescent pregnants.

4.
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde Hepatit C virus genotiplerinin ve HCV enfeksiyonu bulaş yollarının belirlenmesi
Determination of Hepatitis C virus genotype and HCV infection transmission routes in Cukurova University Medical Faculty Hospital
Alev Çetin Duran, Filiz Kibar, Salih Çetiner, Akgün Yaman
doi: 10.5505/TurkHijyen.2017.24471  Sayfalar 201 - 210
GİRİŞ ve AMAÇ: HCV’nin neden olduğu kronik karaciğer hastalığının tedavi ve takibinde genotiplerin belirlenmesi kritik öneme sahiptir. Bu çalışmada, HCV genotiplemesi için..Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Merkez Laboratuvarına gönderilen kan örneklerinde elde edilen sonuçlar ve hasta dosya bilgileri kayıtlardan incelenerek bölgemizdeki HCV genotiplerinin dağılımı ve bulaş yolları belirlenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2015-Ağustos 2016 tarihleri arasında.. Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Merkez Laboratuvarında, HCV-RNA (COBAS AmpliPrep/COBAS Taq Man HCV real-time PCR, Roche Diagnostics, Germany) pozitif saptanan hastalardan HCV genotip tayini yapılan 119 hastaya ait sonuçlar kayıtlardan incelendi. Hastaların demografik verileri, hastane elektronik bilgi sisteminden ve hasta dosyalarından elde edildi. Genotipleme için genotip 1a, 1b, 2, 3, 4, 5a, 6’yı gerçek zamanlı PCR yöntemi ile saptayan “Sacace HCV Genotype Plus Real TM” kiti kullanıldı.
BULGULAR: 119 hastadan oluşan çalışma grubunda %71.4 genotip 1 (%12.6 genotip 1a, %58.8 genotip 1b), %16.8 genotip 3, %7.6 genotip 2, %3.4 genotip 4 enfeksiyonu saptandı. Suriyeli kadın hastada, Adana’da daha önce bildirilmemiş olan genotip 5a (%0.8) enfeksiyonuna rastlandı. Genotip 3 enfeksiyonu saptanan hastaların %45.0’inde ve genotip 2 enfeksiyonu saptanan hastaların %33.3’ünde damar içi uyuşturucu (DIU) kullanımı söz konusu olup çoğunluğunu genç erkek (%83.3) hastalar oluşturmakta idi. Ayrıca psikiyatrik hastalığı ve intihar girişimi öyküsü olan ve DIU kullanımı açısından riskli dört hastada da genotip 3 enfeksiyonu tespit edildi. Tamamına yakını tıbbi uygulamalarla ilişkili olan Suriyeli 11 hastadaki HCV genotiplerinin dağılımı sırasıyla %63.6 genotip 1a, %27.3 genotip 4 ve %9.1 genotip 5a olarak belirlendi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Türkiye’de HCV enfeksiyonunun epidemiyolojisi son yıllarda değişiklik göstermektedir. Her ne kadar ülkemizde tıbbi uygulamalar temel risk faktörü ve genotip 1b enfeksiyonu prevelansı %85-90’larda olsa da son yıllarda genotip 1b enfeksiyonunun prevelansı azalmaktadır. Diğer genotiplerin görülme sıklığı artmakta ve Suriyeli göçmenlerde daha önce ülkemizde saptanmayan genotip 5 enfeksiyonlarına rastlanmaktadır. Adana gibi Türkiye’nin güneyindeki illerde DIU kullanımı ile ilişkili genotip 2 ve özellikle genotip 3 enfeksiyonlarında artış görülmektedir. Tıbbi uygulamalarda güvenliğin artırılması HCV enfeksiyonu riskini azaltsa da, DIU kullanımının artması, gelecekte de HCV enfeksiyonunun önemini koruyacağını göstermektedir.
INTRODUCTION: Determination of the HCV genotype is critical in management of HCV infection which causes chronic liver failure. In this study, we examined blood samples of patients which have been sent to the Central Laboratory of.. University Medical Faculty Hospital for HCV genotyping and we investigated transmission routes of HCV infection retrospectively by searching patients’ history.
METHODS: Between January 2015-August 2016, HCV genotypes of 119 HCV-RNA (COBAS AmpliPrep / COBAS TaqMan HCV real-time PCR, Roche Diagnostics, Germany) positive patients results were analyzed retrospectively in Central Laboratory of.. University Medical Faculty Hospital. The demographic data of patients were obtained from the hospital electronic information system and patient files. “Sacace HCV Genotype Plus Real TM” kit was used for HCV genotyping which can detect genotype 1a, 1b, 2, 3, 4, 5a, 6 by real-time PCR method.
RESULTS: Of the 119 patients, genotype 1 was detected in 71.4% (12.6% genotype 1a, 58.8% genotype 1b), genotype 3 in 16.8%, genotype 2 in 7.6%, genotype 4 in 3.4%. Genotype 5 (5a) (0.8%) which has not been reported previously in Adana, was determined in a Syrian female patient. 45.0% of patients who were infected with genotype 3 and 33.3% of patients with genotype 2 infection were intravenous drug users (IVDUs); and young men (83.3%) constituted the majority of this patient group. In addition, genotype 3 infection was detected in 4 patients who were have a risk for being IVDU with psychiatric disorders and suicide attempt. Among 11 Syrian patients with HCV infection, almost all of the infections were associated with medical interventions, the HCV genotypes detected were as follows; 63.6% genotype 1a, 27.3% genotype 4 and 9.1% genotype 5a.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Epidemiology of HCV infection in Turkey varies in recent years. Although medical interventions are the main risk factor and genotype 1b infection prevalence is 85-90% in our country, genotype 1b infection prevalence has been decreasing in recent years. The incidence of other genotypes are increasing and undetected genotype 5 infection has been determined in Syrian immigrants in our country. Genotype 2 and genotype 3 infections which are associated with intravenous drug use have been increased in southern Turkey, such as Adana. Although transmission risk of HCV infection with medical interventions has decreased with increasing infection control measurement practice, the increasing number of IVDUs will be important in the HCV infection transmission in the future.

5.
Bazı Antiseptik ve Dezenfektanların Antibakteriyel Etkinliklerinin Araştırılması
Evalution of Antibacterial Activities of Some Antiseptics and Disinfectants
Derya Avcı, Müşerref Otkun
doi: 10.5505/TurkHijyen.2017.75002  Sayfalar 211 - 220
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda hastanelerde sık kullanılan 4 adet antiseptik ve dezenfektanın hastanemizde yatan hastalardan izole edilen hastane enfeksiyonu etkeni, dirençli ve farklı cinslerden 12 adet bakteri üzerine etkisi ve etki süresinin incelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Acinetobacter baumannii, Pseudomonas aeruginosa, metisiline dirençli Staphylococcus aureus, vankomisin dirençli Enterococcus bakterilerinden 3’er tane seçildi. Kontrol için 3 adet American Type Culture Collection (ATCC) standart suşu (P.aeruginosa ATCC 27853, Escherichia coli ATCC 25922, Staphylococcus aureus ATCC 6538) kullanıldı. Antiseptik ve dezenfektanlardan hastanelerde en sık kullanılan povidon-iyot (%10), sodyum hipoklorit (%5), etil alkol ve glutaraldehit (%2) çalışmamıza alındı. Povidon-iyot (%10) ve glutaraldehit (%2) firmanın kullanım talimatına göre direkt, ek olarak 1/2 ve 1/4 sulandırılarak 3 şekilde kullanıldı. Sodyum hipoklorit (%5) direkt, 1/10 ve 1/100 sulandırımlarda hazırlandı. Etil alkol kullanım öncesi %95-%70-%50’lik konsantrasyonda hazırlandı. Seçilen bakteriler kalitatif süspansiyon test yöntemine göre 1, 2, 5, 10, 30 dakikalık sürelerde maddelerle temas ettirildi. Ekimlerden önce maddelerin etkilerinin durdurulması için nötralizan çözeltisi ilave edildi. İnkübasyon sonunda bakterilerin üreyip üremedikleri değerlendirildi.
BULGULAR: Bu çalışmada tüm sulandırımlarında 1 dakikalık karşılaşma sonrası tüm bakterilerin üremesini inhibe eden povidon-iyot (%10) en etkili antiseptik tespit edildi. Direkt ve 1/2 sulandırımda yine 1 dakikada tüm bakterilerin üremesini inhibe eden glutaraldehit (%2) en etkili dezenfektan olarak gözlemlendi. Etil alkolün %70’lik konsantrasyonunun bakterilerle en az 2 dakika temasının uygun olduğunu tespit ettik. Sodyum hipoklorit (%5) 1/10 sulandırımda kullanıldığında 1 dakikalık temas ile tüm bakterilerin üremesini inhibe ederken, 1/100 sulandırımda tüm bakterileri öldürmek için en az 5 dakika süre ile uygulanması uygun bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hem hastaların hem de sağlık çalışanlarının hastane enfeksiyonlarından korunabilmesi için tüm hastanelerde dezenfeksiyon politikası oluşturulmalıdır. Her hastanenin kendi mikroorganizmalarına karşı etkili antiseptik ve dezenfektanları tespit etmesi hem maliyet hem de güvenli sağlık ortamı için faydalı olacaktır.
INTRODUCTION: In our study, we aimed to investigate the effects and duration of effect of 4 antiseptics and disinfectants frequently used in hospitals on 12 different resistant species of bacteria that cause nosocomial infections which were isolated from inpatients in our hospital.
METHODS: Three strains each of Acinetobacter baumannii, Pseudomonas aeruginosa, methicillin-resistant Staphylococcus aureus and vancomycin-resistant Enterococcus were chosen for the study. Three American Type Culture Collection standard bacteria strains (ATCC) including P.aeruginosa ATCC 27853, Escherichia coli ATCC 25922, and Staphylococcus aureus ATCC 6538 were used as the control group. Antiseptics and disinfectants were evaluated at different concentrations and included povidone iodine (10%), sodium hypochloride (5%), ethyl alcohol and gluteraldehyde (2%) which are routinely used for disinfection in our hospital. Povidone iodine (10%) and gluteraldehyde (2%) were evaluated in 3 forms; undiluted according to the manufacturer’s instructions and also in 1/2 and 1/4 diluted forms. Sodium hypochlorite (5%) was examined in undiluted form, and at 1/10 and 1/100 dilution. Ethyl alcohol was tested at the concentrations of 95%, 70%, and 50%. We compared the effect of substances by using the qualitative suspension method with a contact time of 1, 2, 5, 10 and 30 minute periods. Before seeding, a neutralization solution was added to stop the effects of the material. After incubation, the bacteria were assessed for the presence or absence of proliferation.
RESULTS: In this study, povidone iodine (10%), which inhibited the growth of all bacteria, was the most effective antiseptic at all dilutions after 1 minute of contact. Gluteraldehyde (2%), which inhibited the growth of all bacteria, was the most powerful disinfectant at both 1/2 dilution and in undiluted form after 1 minute of contact. We determined that surface contact of at least 2 minutes duration is appropriate for 70% ethyl alcohol. For elimination of all bacteria, sodium hypochloride (5%) inhibited all bacterial growth in 1/10 diluted form in 1 minute of contact, while at 1/100 concentration a 5 minute period of local administration was needed.
DISCUSSION AND CONCLUSION: For protection of patients and healthcare providers, disinfection policies should be created especially for all hospitals. Identifying antiseptics and disinfectants effective against specific bacteria, which lead to common nasocomial infections in a particular hospital, has advantages both in terms of costs and for a safe healthcare environment.

6.
Yatan hastalardan izole edilen Escherichia coli ve Klebsiella spp. suşlarında genişlemiş spektrumlu beta-laktamaz üretimi ve antibiyotik direnç oranları: 2011-2015 verileri
Extended spectrum beta-lactamase production and antibiotic resistance of Escherichia coli and Klebsiella spp. isolated from hospitalized patients: data of 2011-2015
Nilüfer Saygılı Pekintürk, Alper Akgüneş
doi: 10.5505/TurkHijyen.2017.66933  Sayfalar 221 - 228
GİRİŞ ve AMAÇ: Escherichia coli ve Klebsiella spp. ile oluşan ciddi enfeksiyonların tedavisinde üçüncü ve dördüncü kuşak sefalosporinler önemli bir seçenektir. Bu antibiyotiklere karşı direnç sağlayan genişlemiş spektrumlu beta -laktamazlar (GSBL), tüm dünyada yaygın olarak bulunmaktadır. GSBL oluşturan suşlarla hastane enfeksiyonu epidemileri oluşabilmekte ve bu suşlar genellikle çoklu ilaç direncine sahip olduklarından tedavide sorunlar yaşanabilmektedir. Etkenlerin ve antibiyotik duyarlılık durumlarının bilinmesi, ampirik tedavinin yönlendirilmesi açısından önemlidir. Çalışmamızda hastanemizde yatan hastalardan izole edilen E. coli ve Klebsiella spp. suşlarının dört buçuk yıllık süreçte GSBL oluşturma ve antibiyotik direnç durumlarının yıllar içindeki değişiminin saptanması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizde yatan hastalardan, 1 Ocak 2011 ve 30 Haziran 2015 tarihleri arasında, mikrobiyoloji laboratuvarına kültür-antibiyogram çalışması yapılmak üzere gönderilen çeşitli örneklerden izole edilen E. coli ve Klebsiella spp. suşlarına ait veriler kayıtlardan geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. Bakterilerin tanımlanmasında, antibiyotik duyarlılıklarının ve GSBL üretiminin belirlenmesinde Vitek 2 (bioMerioux, Fransa) tam otomatize sistem kullanılmıştır.
BULGULAR: ÇÇalışmaya toplam 804 E. coli ve 315 Klebsiella spp. suşu dahil edilmiştir. Ortalama E. coli’de %47, Klebsiella spp.’de %45 GSBL pozitifliği tespit edilmiştir. E. coli’lerde GSBL pozitifliği 2013 yılında 2012’ye göre azalmış, sonraki yıllarda değişiklik göstermemiştir. GSBL pozitif Klebsiella spp. suşu oranı ilk yıllarda değişmemiş, 2014-2015 yılları arasında ise %51’den %22’ye düşmüştür. E. coli’ye en etkili antibiyotikler olan kolistin ve karbapenemlere direnç oranları %1-%3 seviyelerindedir. E. coli’ye en etkili üçüncü antibiyotik olan amikasine direnç oranı 2011 yılında %24 iken giderek düşmüş ve 2015 yıllında %6 olmuştur. Kolistin ve amikasin Klebsiella spp. için E. coli’ye oranla oldukça yüksek direnç oranları göstermelerine rağmen en etkili antibiyotiklerdir. Klebsiella bakterisi karbapenemlere karşı %50’ler seviyesine ulaşan yüksek direnç oranları dikkat çekicidir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastanemizde yatan hastalardan izole edilen E. coli ve Klebsiella spp. için antibiyotik direnci önemli bir sorundur. Çeşitli antibiyotik kombinasyonları ile tedavi edilmeye çalışılan bu suşlarla oluşan enfeksiyonlar endişe vericidir ve acil müdahale gerektirmektedir.


INTRODUCTION: Third and fourth generation sephalosporins are important options for the treatment of infections with Escherichia coli and Klebsiella spp.. Extended spectrum beta -lactamases (ESBL) which provides resistance to these antibiotics, are very common all over the world. These ESBL producing species can make epidemics of hospital infection and the treatment of these infections may be hard thus these species have usually multiple drug resistance. It’s important to know the agents and their antibiotic resistance, to guide the empirical treatment. In our study it’s aimed to detect ESBL production and antibiotic resistance patterns of E. coli and Klebsiella spp. species which are isolated from hospitalized patients of our hospital for four and a half years period.
METHODS: The data of E. coli and Klebsiella spp. isolated from various samples of hospitalized patients which are sent to our microbiology laboratory for culture and antibiogram tests between 1 January 2011 and 30 June 2015, are analized retrospectively. Vitek 2 (bioMerioux, France) fully automatized system is used to identify bacteria and to detect antibiotic susceptibility and ESBL production.
RESULTS: Totally 804 E. coli ve 315 Klebsiella spp. strains are included in the study. As an average 47% E. coli and 45% Klebsiella spp. strains are producing ESBL. The ESBL positivity of E. coli is decreased in 2013 respect to 2012 and no change has been occured following years. The ratio of ESBL positive Klebsiella spp. strains didn’t change for first years, but it decreased from 51% to 22% between 2014-2015. Resistance ratio to colistin and carbapenems which are the most effective antibiotics to E.coli, is about 1-3%. The resistance ratio to amikacine the third most effective antibiotic to E. coli, was 24% at 2011 and decreased by years to 6% at 2015. Colistin and amikacine although have rather bigger resistance ratios from E. coli, are the most effective antibiotics to Klebsiella spp..The high resistance ratios of carbapenems to Klebsiella spp. which are reached to 50% levels are attracting attention.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our hospital, antibiotic resistance is an important problem for E. coli and Klebsiella spp. isolated from hospitalized patients. Infections by these strains which are tried to be treated by antibiotic combinations, are worrying and must be handled urgently.

7.
Klinik Örneklerden İzole Edilen Pseudomonas aeruginosa Suşlarının Yıllara Göre Antibiyotik Direnci
Antibiotic Resistance Rates of Pseudomonas aeruginosa Strains Isolated from Clinical Specimens by Years
Ayşe Nuriye Varışlı, Altan Aksoy, Irmak Baran, Neriman Aksu
doi: 10.5505/TurkHijyen.2017.99907  Sayfalar 229 - 236
GİRİŞ ve AMAÇ: Hastanemiz mikrobiyoloji laboratuvarına gönderilen örneklerden izole edilen P. aeruginosa suşlarının 2011-2015 yıllarındaki antibiyotik direnç yüzdelerinin dağılımının saptanması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: P.aeruginosa izolasyonu için laboratuvarımıza farklı kliniklerden gönderilen çeşitli örnekler kanlı agar ve EMB agara ekim yapılarak 37°C’de 18-24 saat inkübe edilmiş, Üreyen bakteriler konvansiyonel yöntemlerle ve MALDİ Biotyper (Bruker,Almanya) sistemi ile tanımlanmıştır. Tüm izolatların antimikrobiyal duyarlılıkları 2011-2014 yılları için Clinical Laboratory Standards Institute (CLSI) önerilerine uygun olarak, 2015 yılı için ise The European Committee on Antimicrobial Susceptibility Testing ( EUCAST) önerilerine uygun olarak çalışılmıştır. Antimikrobiyal duyarlılıkları; poliklinik hastalarında Mueller-Hinton besiyerinde disk difüzyon yöntemiyle, servis ve yoğun bakım hastalarında Phoenix otomatize sistemi (BD, Sparks, MD, USA) ile değerlendirilmiştir
BULGULAR: 2011-2015 yılları arasında 1026 poliklinik ve 408 yatan hasta olarak toplam 1434 hastanın çeşitli örneklerinden P. aeruginosa izole edilmiştir. En fazla idrar kültürlerinden izole edilmiş olup poliklinik hastalarında %78 yatan hastalarda ise %40 oranlarında bulunmuştur. 2011-2015 yılları arasında poliklinik hastalarının antimikrobiyal duyarlılıklarına bakıldığında; abse ve yara örneklerinin siprofloksasin (CIP) direncinde yıllara göre bir değişim bulunmazken idrar kültürlerinin CIP direncinde belirgin bir artış gözlenmiştir (%14-20.3). Bu hastaların idrar, abse ve yara kültürlerinin Amikasin ve Gentamisin direncinde yıllara göre belirgin bir değişim göstermezken, Seftazidim direnci idrar, abse ve yara örneklerinde sırasıyla; %6.6-9.3, %18-20 ve % 8.3-11 olarak bulunmuş olup, yıllara göre azalma eğiliminde olduğu gözlenmiştir.
2015 yılı yatan hastalarda imipenem (IPM) (%31) ve meropenem (MEM) (%29)’in EUCAST kriterleri ile saptanan direncinin, CLSI kriterleri ile saptanan dirençten anlamlı olarak daha düşük olduğu gözlenmiştir (p<0.05). Bunun yanı sıra sefepim (FEP) (%49), piperasilin-tazobactam (TPZ) (%39), tikarsilin klavulanik asit (TİM) (%71) ve Seftazidim (CAZ) (%34)’in EUCAST kriterleri ile saptanan direncinin, CLSI kriterleri ile saptanan dirençten anlamlı olarak daha yüksek olduğu saptanmış (p<0.05), Kolistin (CL) direncinde ise anlamlı bir fark bulunamamıştır(p>0.05).


TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu enfeksiyonların ampirik tedavisinde poliklinik hastalarında aminoglikozitlerin betalaktamlarla veya kinolonların kombinasyonunun uygun olduğu düşünülmektedir. Bunun yanı sıra yatan hastalarda P. aeruginosa suşlarının kolistin (CL) dışında çoğu antimikrobiyale karşı yüksek direnç gösterdiği gözlenmiştir. EUCAST kriterleri ile saptanan antimikrobiyal direncin, CLSI kriterleri ile saptanan dirence göre daha yüksek bulunmasına sebep, EUCAST’ın varolan antimikrobiyal direnci ortaya çıkardığını düşündürmektedir.
INTRODUCTION: We aimed to retrospectively determine the distribution of antibiotic resistance rates of P. aeruginosa strains which were isolated from samples sent to our hospital’s microbiology laboratory between the years 2011-2015
METHODS: Various samples sent from different clinics to our laboratory for the isolation of P. aeruginosa were inoculated on blood agar and EMB agar plates and incubated at 37° C for 18-24 hours. Grown bacteria were identified by conventional techniques and MALDI Biotyper (Bruker, Germany) system. Antimicrobial susceptibility testing of isolates for the years 2011-2014 were studied in accordance to recommendations of Clinical Laboratory Standards Institute (CLSI) and for the year of 2015 according to The European Committee on Antimicrobial Susceptibility Testing (EUCAST) recommendations. Antimicrobial susceptibilities were evaluated by the disk diffusion method with Mueller-Hinton medium in outpatients and by Phoenix automated system (BD, Sparks, MD, USA) in service and intensive care patients
RESULTS: P. aeruginosa strains isolated from 1026 outpatients and 408 inpatients between the years 2011-2014. P. aeruginosa were isolated mostly from urine culture (78% outpatients, 40% inpatients). When we look at the antimicrobial susceptibility rates between 2011 and 2015; we did not observe any changes in ciprofloxacin (CIP) resistance in abscess and wound culture (14-20.3%). The patient's urine, abscesses and wound cultures showed no significant change in amikacin and gentamicin resistance according to the years. Resistance to ceftazidime urine in abscesses and wound specimens were found respectively; 6.6-9.3%, 18-20% and 8.3-11%.
The patients hospitalized in 2015, imipenem (IPM) (31%) and meropenem (MEM) (29%) resistance were lower according to EUCAST criteria than according to CLSI criteria but cefepime (FEP) (49%), piperacillin-tazobactam (TPZ) (39%), ticarcillin clavulanic acid (TIM) (71%) and ceftazidime (CAZ) (%34) were higher according to CLSI criteria. Resistance to colistin (CL) was unchanged.Significant differences were found between FEP, TPZ, CAZ IPM, MEM and TIM (p<0.05), but in CL, did not found any significant changes (p> 0.05).


DISCUSSION AND CONCLUSION: The combination of aminoglycosides,the beta-lactam and the quinolone can be used for empiric treatments of these infections.
Also in the inpatient, P. aeruginosa strains was observed to show high resistance against most antimicrobial except for colistin (CL). Antimicrobial resistance EUCAST criteria determined by CLSI criteria and causes no higher than the resistance detected is revealed EUCAST antimicrobial resistance.


8.
Hitit Üniversitesi Corum Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde Lenfadenopati Ön Tanılı Olguların Toksoplazmoz Açısından İrdelenmesi
Investigation of Toxoplasmosis in patients prediagnosed as lymphadenopathy in Hitit University Corum Training and Research Hospital
A. Semra Güreser, Derya Yapar, Leyla Taşçı, Z. İlkay Boyacıoğlu, Ebru Turgal, Nurcan Baykam, Ayşegül Taylan Özkan
doi: 10.5505/TurkHijyen.2017.37431  Sayfalar 237 - 242
GİRİŞ ve AMAÇ: Sağlıklı insanlarda genellikle asemptomatik seyreden toksoplazmozun en sık görülen semptomatik formu lokalize lenfadenopati (LAP)’dir. Bu çalışmada LAP ön tanısı ile başvuran hastaların toksoplazmoz açısından irdelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 01.08.2013-31.07.2015 tarihleri arasında Hitit Üniversitesi Çorum Eğitim ve Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniği’ne LAP ön tanısı ile başvuran 239 (%57,7 kadın, %42,3 erkek) hastaya ait demografik, serolojik, radyolojik ve patolojik veriler hastane bilgi sisteminden (HBS) elde edilmiştir. Anti-Toxoplasma IgG ve IgM testleri Architect (Abbott Diagnostics) veya Cobas E 601 (Roche Diagnostics) cihazlarıyla kemilüminesan mikropartikül enzimimmünassay yöntemiyle çalışılmıştır.
BULGULAR: Hiçbirinde immunsupresyon hikayesi olmayan hastalardan 138 kadının 51 (%36.96)’inde, 101 erkeğin 13 (%12.87)’ünde IgG ve/veya IgM antikoru pozitifti. Hem erkeklerde (%3.76) hem de kadınlarda (%10.46) en yüksek antikor pozitiflik oranı 39 yaş altındadır. Hastaların 48 (%20,1)’inde yalnızca anti-Toxoplasma IgG, 12 (%5)’sinde ise IgG ve IgM birlikte ve 4 (%1,7)’ünde ise tek başına IgM pozitifliği belirlenmiştir. Anti-Toxoplasma IgM’i pozitif 16 hastadan 7 (%2,93)’si 39 yaş altı kadın olup yalnızca ikisinde çalışılan IgG avidite testi yüksek avidite olarak bulunmuştur. IgM pozitif olan hastaların ultrasonografisine ulaşılan 12’sinde, 6’sında çoklu tutulum olmak üzere LAP’ların dağılımı şöyledir: 7 bilateral servikal, 5 submandibular, 3 parotis, 3 oksipital, 1 submental, 1 retroaurikular. LAP’ların en küçüğü 6x5 mm, en büyüğü ise 24x12 mm ebatlarındadır. Toksoplazmoz IgM pozitif hastalardan üçüne ince iğne aspirasyon biyopsisi yapılmış, birinde reaktif lenfoid hiperplazi, ikisinde kronik nonspesifik lenfadenit tespit edilmiştir. LAP ve IgM pozitif olan 6 hastaya tedavi verildiği ve LAP’larında gerileme olduğu belirlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak çalışmamızda belirlediğimiz %6.7’lik IgM pozitifliği klinisyenlerin LAP etiyolojisinde toksoplazmozu akılda tutması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu amaçla LAP incelemesinde yer alan hekimlere ayırıcı tanı ve toksoplazmozda serolojik tanının yeri konusunda eğitim verilmesi önerilir.
INTRODUCTION: Localized lymphadenopathy (LAP) is the most common symptomatic form of toxoplasmosis which usually seen as asymptomatic in healthy population. In this study, we aimed to evaluate toxoplasmosis in patients with preliminary diagnosis of LAP.
METHODS: Two hundred and thirty nine patients (57.7% female, 42.3% male) with the preliminary diagnosis of LAP, were admitted to Infectious Diseases and Clinical Microbiology Clinic of Hitit University Corum Training and Research Hospital between 01.08.2013-31.07.2015. Demographic, serological, radiological and pathological data were obtained from the hospital information system (HIS). Toxoplasma IgG and IgM levels were studied by chemiluminescent microparticle enzyme immunoassay, using Architect (Abbott Diagnostics) or Cobas E 601 (Roche Diagnostics).
RESULTS: None of the patients had immunosuppression. Fifty-one (36.96%) of 138 women and 13 (12.87%) of 101 men were tested positive for IgG and/or IgM antibodies against Toxoplasma. Both in males (3.76%) and in females (10.46%), the highest antibody positivity rates are detected in patients under 39 years of age. Only IgG, IgG and IgM, and only IgM positivity for toxoplasma was identified in 48 (20.1%), 12 (5%) and, 4 (1.7%) patients, respectively. Seven (2.93%) of 16 Toxoplasma IgM positive patients were women under 39 years of age. Only two of them were tested for IgG avidity, and both displayed high avidity. Ultrasound examination was performed for 12 patients with positive IgM results. The distribution of the LAP, including 6 multiple involvement, were as follows: 7 bilateral cervical, 5 submandibular, 3 parotid, 3 occipital, 1 submental, 1 retroauricular. The smallest LAP was measured as 6x5 mm and the largest one was of 24x12 mm. Fine needle aspiration biopsy were performed to 3 of anti-Toxoplasma IgM-positive patients. Lymphoid hyperplasia and chronic nonspecific lymphadenitis were observed in one, and two patients, respectively. Upon the initiation of an appropriate treatment in six patients with LAP and IgM positivity, a decline was observed in LAP sizes.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, 6.7% IgM positivity that we found in our study, indicates that toxoplasmosis should be considered by clinician in the etiology of LAP. With this purpose, training about differential diagnosis and serology of toxoplasmosis is recommended for the clinicians who take part in management of LAP cases.

9.
Olgu Sunumu: Yurt Dışı Kaynaklı Üç Plasmodium falciparum Olgusu
Case Report: Three Imported Plasmodium falciparum Cases
Müzeyyen Cömert Aksu, Hasan Bayrak, Sevilay Aydemir
doi: 10.5505/TurkHijyen.2017.24022  Sayfalar 243 - 248
Sıtma, Anopheles cinsi dişi sivrisineklerin insanları sokması ile bulaşan paraziter bir hastalıktır. Bu makalede Afrika’ya iş seyahati sonrasında ülkemize dönüş yapan ve sıtma semptomlarına uygun; yüksek ateş, bulantı, halsizlik, iştahsızlık, anemi, trombositopeni ve hepatosplenomegali klinik bulgularının saptandığı yurtdışı kaynaklı (emporte) sıtma olguları değerlendirilmiştir. Olgularda tanı; hastadan hazırlanan periferik yayma ve/veya kalın damla kan preparatlarının Giemsa boyası ile boyanarak mikroskop ile incelenmesi sonucunda Plasmodium trofozoit ve gamotositlerinin görülmesi ile konulmuştur. Her üç olguda da etken Plasmodium falciparum olarak değerlendirilmiştir. Bu olgular yurtdışı kaynaklı sıtma olgularının tedavisinde tanının önemine ve ülkemizde sona eren yerli sıtma bulaşanın bu vakalar nedeniyle tekrar başlayabilme olasılığına dikkat çekmek ve gerekli koruma önlemlerinin alınması ile halk sağlığı eğitimlerinin yapılmasının gerekliliğini vurgulamak amacıyla sunulmuştur.
Malaria is a parasitic disease transmitted by Anopheles mosquitoes to the humans. Tree middle age man have history of travel to Africa presented at the emergency clinic of Mersin Toros Government Hospital with the symptoms such as high fever, chills, diarrhea, nausea, fatigue, loss of appetite, loss of appetite, anemia, trombocytopenia and hepatosplenomegali. P. falciparum was detected microscopic examination of the peripheral blood smear stained with Giemsa. The cases are presented in order to our country has made to draw attention to the possibility to start again with the case of indigenous malaria transmission ended.and emphasize on the necessity of giving education on public health and taking the precautions for the prevention of the disease and in order to draw attention to malaria diseases caused by different species from abroad and to the fact that it can be seen in local cases as well.

10.
Premenstrual sendromda beslenme yaklaşımı
Nutritional approach in premenstrual syndrome
Kübra Işgın, Zehra Büyüktuncer
doi: 10.5505/TurkHijyen.2017.46667  Sayfalar 249 - 260
Premenstrual sendrom (PMS), menstrual siklusun luteal fazında görülen ve menstruasyonun başlamasıyla düzelen fiziksel, davranışsal ve duygusal bozukluklardır. Türkiye’de PMS prevalansının %5.9 –76 gibi geniş bir aralıkta değiştiği rapor edilmektedir. PMS, tüm dünyada bireylerin günlük yaşamını, kişiler arası ilişkileri olumsuz etkilemekte ve iş veriminde düşüş ile ilişkilendirilmektedir. Kesin etiyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte gonadal steroidler ve nörotransmitterler arasındaki dengeyi sağlayan bazı değişikliklerin PMS’ye neden olabileceği görüşü ön plandadır. Tiroid disfonksiyonu, sıvı retansiyonu, psikolojik etmenler, hipoglisemi gibi nedenlerin de etkili olabildiği bilinmektedir. PMS’nin ortaya çıkışında sadece hormonal değişikliklerin değil, ait olunan kültür, annenin çalışma ve eğitim durumu gibi sosyokültürel etmenler ile şekillenen menstruasyona ilişkin tutum ile dismenore gibi menstrual problemler yaşama durumunun da PMS etiyolojisinde rol oynadığı belirtilmektedir. PMS’de en yaygın görülen belirtiler, kızgınlık, depresif ruh hali, anksiyete, şiddete eğilim, yalnız kalma hissi, göğüslerde büyüme ve hassasiyet, vücutta ödem, vücut ağırlığında artış, baş ağrısı, bulantı, kusma, ishal, iştah artışı, ciltte akne oluşumu veya artışı, aşırı susama, kas ve eklem ağrısı ve yorgunluktur. Bu semptomların aşırı çay, kahve, kolalı veya alkollü içecekler, çikolata, şeker içeriği zengin atıştırmalıklar ve yetersiz süt tüketimi ilişkili olabileceği gösterilmiştir. Ayrıca PMS’ye bağlı enerji ve karbonhidrat alımlarında bir artış olduğu, kalsiyum, magnezyum, sodyum, potasyum, çinko mineralleri ile tiamin, riboflavin, B6, D vitaminlerinin ve fitoöstrojenlerin diyetle alım miktarlarının PMS semptomları ile ilişkili olabileceği gösterilmiştir. PMS ile beslenme arasındaki ilişkiyi bütüncül bir yaklaşımla incelemek ve bu sayede gerek PMS insidansını azaltmak gerekse semptom şiddetini hafifletmek için beslenme protokolleri geliştirmeye yardımcı olacak araştırmalara ihtiyaç vardır. Bu derlemede, güncel literatür taranarak elde edilen yayınlar doğrultusunda, beslenme durumunun PMS gelişim ve semptom şiddetlerine etkisi ele alınmıştır.
Premenstrual syndrome (PMS) is defined as physical, behavioral and e motional disorders seen in the luteal phase of the menstrual cycle. It is reported that the prevalence of PMS changes in a wide range such as 5.9-76% in Turkey. PMS affects interpersonal relations negatively and it is associated with decreased productivity. The approach which of some changes in the balance of gonadal steroids and neurotransmitters may cause PMS is in the foreground; although the etiology of PMS is not clearly known. Thyroid dysfunctions, fluid retention, psychological factors, hypoglicemia also may affect it. Not only hormonal changes, but also sociocultural factors such as the culture in which the person belongs, mother occupational and educational status, attitude towards to menstruation or dysmenorrhea have a role in the etiology of PMS. The most seen symptoms in PMS are irritability, depressive mood, anxiety, tendency to violence, fatigue, feeling alone, enlargement and sensitivity in breast, edema in body, headache, nausea, vomiting, diarrhea, increased appetite, acne formation or increasing, excessive thirst, pain in muscles and joints. It has been shown that the symptoms are associated with excessive consumption of tea, coffee, coke and alcohol beverages, chocolate, snacks rich in simple sugar, and inadequate milk consumption. Furthermore, an increase in energy and carbohydrate intake related to PMS and dietary calcium, magnesium, sodium, potassium, zinc and also thiamine, riboflavin, vitamin B6 and vitamin D and phytoestrogens intake was shown to be associated with PMS symptoms. Further studies on the nutritional status of individuals in premenstrual period are needed to determine the relationship between PMS and nutrition with a holistic approach, and to develop nutrition protocols both decreasing the incidence and alleviating the symptoms. In this review, the effect of nutritional status on the development and symptom severity of PMS has been discussed using the recent literature.

LookUs & Online Makale
w