ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Turkish Bulletin of Hygiene and Experimental Biology - Turk Hij Den Biyol Derg: 80 (1)
Volume: 80  Issue: 1 - 2023
FULL JOURNAL
1.TBHEB 2023-1 Vol 80 Full Printed Journal
Utku ERCÖMERT
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.78545  Pages 1 - 133
Abstract |Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
2.Factors affecting antiviral use of health workers diagnosed with COVID-19 in a university hospital
Ayşe SAĞMAK TARTAR, Kevser TUNCER KARA, Serhat UYSAL, Ayhan AKBULUT, Kutbeddin DEMİRDAĞ
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.70104  Pages 3 - 12
GİRİŞ ve AMAÇ: 2019 yılında tanımlanan COVID-19, kısa sürede pandemiye dönüşmüştür. Sağlık çalışanları hem hastaları hem de toplumsal temasları sebebiyle risk altındadır. Bu çalışmanın amacı, bir hastanenin COVID-19 tanısı alan çalışanlarının demografik yapılarını, antiviral tedavi kullanımlarını ve etkileyen faktörleri incelemek; ayrıca hastane çalışanları ve ilimizin vaka sayısı eğrilerini karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya, 01.06.2020-28.02.2021 tarihleri arasında COVID-19 geçirmiş olan sağlık çalışanları dahil edilmiştir. Kesitsel, retrospektif bir çalışmadır. Hastalar demografik ve epidemiyolojik açıdan değerlendirilmiş, antiviral ilaç önerilen sağlık çalışanlarında tedavi uyumu irdelenmiştir.
BULGULAR: 693 sağlık çalışanının 390 (%56,3)’ı erkekti. Yaş ortalaması 33,54±9,41 idi. 140 kişinin (%20,2) kronik hastalığı vardı. Hastalardan 173 kişi (%25,0) sigara kullanıyordu. Bulaş kaynağını 161 kişi (%23,2) hastane olarak belirtti. Tanı anında semptomu olanların sayısı 509 (%73,4) idi ve 116 kişiye (%16,7) tanı sonrası semptom eklenmişti. En sık görülen semptomlar halsizlik (%48), myalji (%47,5) ve baş ağrısı (%46,9) idi. 693 hastadan 164 kişi (%23,7) antiviral tedavi kullanmadı. Vaka sayılarının aylara göre dağılımı hastane ve il bazında incelendiğinde, benzerlik göstermekteydi. Lojistik regresyon analizinde tanı sırasında semptomu olanlar 1,779 kat, kronik hastalığı olanlar 1,804 kat daha fazla antiviral ilaç kullanmıştı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Toplumda ve sağlık çalışanlarında benzer vaka dağılımının görülmesi kişisel koruyucu ekipman kullanımının etkisi olarak değerlendirilmiştir. Çalışmamızda, ağır COVID-19 açısından risk faktörleri olan kişilerin antiviral tedaviye uyumunun daha yüksek olduğu görülmüştür. Zaman içinde aşılama çalışmaları ve mutasyonlar nedeniyle COVID-19 klinik seyri ve prognoz değişebilir. Bu sebeple sağlık çalışanlarında sürveyans verileri toplanmalı ve ara analizler ile değerlendirmeler yapılmalıdır. Antiviral tedaviler ile ilgili bilgiler verilmelidir.
INTRODUCTION: COVID-19 turned into a pandemic in a short time. Healthcare workers are at risk of infection due to their contact with both patients and the society. The aim of this study is to examine the demographic structures of a hospital’s employees diagnosed with COVID-19, to examine the use of antiviral treatment and the factors affecting it, and to compare the case number curves of the hospital and the province.

METHODS: Healthcare workers who had been infected with the COVID-19 virus between 01.06.2020 and 28.02.2021 were included in the study. It is a cross-sectional, retrospective study. The patients were evaluated demographically and epidemiologically, and compliance treatment was examined in healthcare professionals who recommended antiviral drugs.
RESULTS: 390 (56.3%) of the 693 healthcare workers were males. Mean age of the patients was 33,54±9,41. 140 (20.2%) of them had chronic diseases. 173 (25%) were cigarette smokers. 161 (23.2%) individuals stated the source of infection as hospital. 509 (73.4%) had symptoms at the time of diagnosis while symptoms occurred later in 116 (16.7%). The most commonly observed symptoms included fatigue (48%), myalgia (47.5%) and headaches (46.9%). Of 693 patients, 164 (23.7%) did not use antiviral treatment. The distribution of the number of cases by months was similar when examined on the basis of hospitals and provinces. In the logistic regression analysis, those with symptoms at the time of diagnosis used antiviral treatment 1.779 times and those with chronic diseases 1.804 times more.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The similarity of the case distribution in the society and among healthcare workers supports the effect of the use of personal protection equipment. In our study, it was observed that healthcare workers with risk factors for severe COVID-19 had higher adherence to antiviral treatment. Along with the vaccination activities and mutations, the clinical course and prognosis of the COVID-19 might change in time. Therefore, surveillance data should be collected from healthcare workers and evaluations should be made through interim analyses. Information about antiviral treatments should be given.

3.Rapid cassette test results in anti-SARS-CoV-2 antibody screening verification by electrochemiluminescence immunoassay method
Nazife AKMAN, Zeynep AKİDAĞI, Pelin ÖZMEN, Rukiye YALAP
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.48265  Pages 13 - 22
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19 pandemisi nedeniyle ara verilen yüz yüze eğitimin Ekim 2020’de yeniden başlaması, genç yetişkinlerde SARS-CoV-2 enfeksiyon oranlarının hızlı bir artışta olduğu döneme denk gelmiştir. Bu çalışmada, sessiz bulaştırıcılar olarak tanımlanabilecek bulaş zincirinin en büyük halkası olan genç yetişkinlerde 2019 koronavirüs hastalığı (COVID-19) seropozitifliğini iki farklı serolojik metodla saptayarak epidemiyolojik veri sağlamak, asemptomatik/hafif belirtili/semptomatik vakaların bulgu-test performansı ilişkisini değerlendirmek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Aralık 2020 - Şubat 2021 tarihleri arasında Kapadokya Üniversitesi ön lisans sağlık programlarında okuyan ve uygulama derslerine yüz yüze katılacak olan öğrencilerle kesitsel bir araştırma yapılmıştır. Katılımcılara, SARS-CoV-2 (şiddetli akut solunum sendromu korona virüs 2) maruziyetine bağlı olarak COVID-19 semptomları ve hastalık öyküleri hakkında bir anket uygulanmıştır. SARS-CoV-2 antikor tayini için katılımcılardan kan örnekleri alınmış ve tek bir lateral flow immunoAssay (LFIA, Novatech, Türkiye) kaset test ile araştırılmıştır. Test sonucu pozitif bulunan örnekler daha sonra SARS-CoV-2 Anti-N IgM+IgG; SARS-CoV-2 Anti-S IgM+IgG; SARS-CoV-2 Anti-RBD IgG; Anti-SARS-CoV-2 kiti (Roche, Almanya) ile elektrokemilüminesans immünoassay (ECLIA) yöntemi kullanılarak yeniden değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya katılan 239 örnekten LFIA yöntemine göre SARS-CoV-2 IgM/IgG sonucu pozitif olan 50 (%20,9) örnek daha sonra ECLIA yöntemi ile tekrar çalışılmıştır. ECLIA sonucuna göre hem nükleokapsid (N), hem de spike (S) antijenine karşı bireylerin %72’si (36/50), RBD antijenine karşı %70’i (35) seropozitif olarak saptanmıştır. ECLIA test sonuçları referans alınarak 239 örneğin çalışılıp 50 örneğin IgM/IgG pozitif bulunduğu kart test kitinin duyarlılığı %64 ve özgüllüğü %93 olarak saptanmıştır. Her iki yöntemle de seropozitif bulunan hastaların %46’sında (n=23) temas öyküsü bildirilirken %30’u (n=15) COVID-19 kliniği göstermiştir. Katılımcıların %54’ü (n=27) PCR (polimeraz zincir reaksiyonu) testi yaptırmadığını bildirmiş fakat tamamında antikor yanıtının oluştuğu görülmüştür. Seropozitif hastaların ise yalnızca %28’inin (n=14) PCR sonucu pozitif rapor edilmiş olup bunların %4’ü kronik bir hastalığı olduğunu belirtmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hızlı kaset test ile ECLIA’nın performansının iyi bir uyum derecesine sahip olmadığı ve farklı immunoassay testlerle doğrulamasının yapılmasının epidemiyolojik sürveyans için daha yararlı olacağı düşünülmüştür. Özellikle yeni COVID-19 varyantları bağlamında ve gençleri hedef alan toplu aşılama kampanyalarına ilginin azlığından dolayı gençlerin serolojik durumlarını izlemeye devam etmek önemli olacaktır.
INTRODUCTION: Since the resumption of face-to-face education in October 2020, which was suspended due to the COVID-19 pandemic, coincides with the period when SARS-CoV-2 infection rates in young adults are on the rise. This study focuses on the 2019 corona virus outbreak in young adults, the largest link in the chain of transmission, which can be defined as silent contagious agents. It is aimed to provide epidemiological data by detecting virus disease (COVID-19) seropositivity with two different serological methods, and to evaluate the symptom-test performance relationship of asymptomatic/mild symptom/symptomatic cases.
METHODS: A cross-sectional study was conducted with students studying at Cappadocia University health programs between December 2020 and February 2021 and who will attend practice courses face-to-face. Participants were surveyed about their COVID-19 symptoms and disease histories based on SARS-CoV-2 exposure. For SARS-CoV-2 antibody detection, blood samples were taken from the participants and investigated with a single lateral flow immunoAssay (LFIA, Novatech, Turkey) cassette test. The samples with positive test result were then SARS-CoV-2 Anti-N IgM+IgG; SARS-CoV-2 Anti-S IgM+IgG; SARS-CoV-2 Anti-RBD IgG; It was re-evaluated using the electrochemiluminescence immunoassay (ECLIA) method with the anti-SARS-CoV-2 kit (Roche, Germany).
RESULTS: Of the 239 samples participating in the study, 50 (20.9%) samples that were positive for SARS-CoV2 IgM/IgG according to the LFIA method were then studied again with the ECLIA method. According to the ECLIA result, 72% (36/50) of individuals against both nucleocapsid (N) and spike (S) antigens, and 70% (35) against RBD antigen were seropositive. Based on the ECLIA test results, 239 samples were studied and 50 samples were found to be IgM/IgG positive, with a sensitivity of 64% and a specificity of 93%. Contingence history was reported in 46% (n=23) of patients who were seropositive by both methods, while 30% (n=15) showed a COVID-19 clinic. Fifty four percent (n=27) of the participants reported that they did not have a PCR (polymerase chain reaction) test, but antibody response was observed in all of them. Only 28% (n=14) of seropositive patients reported positive PCR results, and 4% of them stated that they had a chronic disease. It will be important to continue to observe the serological status of young people, particularly in the context of new COVID-19 variants and in the low interest in mass vaccination campaigns targeting young people.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is thought that the performance of ECLIA with rapid casette test does not have a good degree of agreement and confirmation with different immunoassay tests would be more useful for epidemiological surveillance. Especially the new COVİD-19 in the context of the variants and targeting youth due to the lack of interest in vaccination champaigns continue to monitor the serological status of young people it will be important.

4.Antimicrobial resistance rates in Escherichia coli strains isolated in urine cultures of outpatients: five years analysis
Ayten GÜNDÜZ, Ahmet MANSUR
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.49379  Pages 23 - 32
GİRİŞ ve AMAÇ: Escherichia coli (E. coli), dünya çapında bakteriyel enfeksiyonların en yaygın patojenidir ve üriner sistem enfeksiyonlarının (ÜSE) %80 kadarından sorumludur. Son yıllarda E. coli’nin neden olduğu enfeksiyonların tedavisinde kullanılan antimikrobiyallere karşı direnç tüm dünyada artmakta olup tedavi başarısızlığını ve tedavi maliyetlerindeki artışı önlemek için direnç oranlarının sürekli olarak izlenmesi ve ampirik tedavi önerilerinin güncellenmesi gerekmektedir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, 2015-2019 yılları arasında Malatya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Mikrobiyoloji laboratuvarına tüm polikliniklerden gönderilen idrar kültürü örneklerinde üreyen E. coli suşlarının antimikrobiyal direnç oranları retrospektif olarak incelenmiştir. Anlamlı sayıda üremesi olan plaklardaki bakterilerin identifikasyonu ve antimikrobiyal duyarlılık testleri (ADT) için konvansiyonel yöntemler ve Vitek 2 Compact otomatize sistemi (BioMérieux, Fransa) kullanılmıştır. ADT sonuçları Antibiyotik duyarlılık testleri üzerinde Avrupa Komitesi (EUCAST) kılavuzlarına göre duyarlı ve dirençli olarak belirlenmiştir.
BULGULAR: Beş yıllık sürede poliklinik hastalarının idrar kültürlerinin %14,8 (22636/153006)’inde anlamlı üreme tespit edilerek tanımlama ve ADT’leri çalışılmıştır. Tanımlanan etkenlerin %68,3 (15475/22636)’ünü E. coli oluşturmuştur. Direnç oranlarının en yüksek olduğu antimikrobiyal ilaçlar sırasıyla ampisilin (%65,2), amoksisilin/klavulanat (%38,5), trimetoprim/sulfametoksazol (%36,3), sefaleksin (%35) ve sefuroksim (%31,3) olarak tespit edilmiştir. En az direnç oranları sırasıyla; karbapenemlere (%0,6-2,1), fosfomisine (%3,6), nitrofurantoine (%5,8) ve amikasine (%7,5) karşı bulunmuştur. Kinolon direnç oranları levofloksasine %16,7 ve siprofloksasine %19,1 ve norfloksasine %21,9 olarak bulunmuştur.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Amerikan Enfeksiyon Hastalıkları Derneği [Infectious Diseases Society of America (IDSA)] rehberinde ÜSE tedavisinde ilk seçenek olarak trimetoprim/sulfametoksazol, alternatif olarak da kinolonlar tavsiye edilmektedir. Ayrıca uluslararası tedavi rehberleri, komplikasyonsuz alt ÜSE’lerin ampirik tedavisinde direnç oranları %20’den yüksek antimikrobiyallerin kullanımını önermemektedir. Çalışmamızda; levofloksasin, siprofloksasin ve norfloksasin direnç oranları birbirine yakın olup ampirik tedavi için uygun görünmektedir, ancak trimetoprim/sulfametoksazol direnç oranı yüksek göörülmüştür (%36,3). Toplum kökenli hasta idrar örneklerinden beş yıllık sürede izole edilen E. coli izolatlarında saptadığımız %26,1’lik GSBL (genişlemiş spektrumlu ß-laktamaz) oranıyla birlikte, direnç oranları yüksek ampisilin, amoksisilin, amoksisilin/klavulanat, trimetoprim/sulfametoksazol ve sefalosporinlerin ampirik tedavi için uygun olmadığını düşünmekteyiz. Çalışmamızdaki sonuçlara dayanarak fosfomisinin tek doz oral kullanım avantajı, yüksek hasta uyumu ve düşük yan etki profili ile ayaktan hastalarda ampirik tedavi için ilk seçilecek ilaç olduğunu ve özellikle nonkomplike ÜSE’lerin ampirik tedavisinde nitrofurantoinin alternatif olduğunu düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Escherichia coli (E. coli) is the most common pathogen of bacterial infections worldwide and is responsible for 80% of urinary tract infections (UTIs). In recent years, resistance to antimicrobials used in the treatment of infections caused by E. coli has been increasing all over the world, and it is necessary to constantly monitor resistance rates and update empirical treatment recommendations in order to prevent treatment failure and increase in treatment costs.
METHODS: In this study, antimicrobial resistance rates of E. coli strains grown in urine culture samples sent from all polyclinics to Malatya Training and Research Hospital Microbiology laboratory between 2015-2019 were retrospectively investigated. Conventional methods and Vitek 2 Compact automated system (BioMérieux, France) were used for the identification of bacteria in plaques with significant growth and for antimicrobial susceptibility testing (AST). AST results were determined as sensitive and resistant according to the European Committee on Antimicrobial Susceptibility Testing (EUCAST) guidelines.

RESULTS: It was detected significant growth in 14.8% (22636/153006) of urine cultures of outpatients over a five-year period, and identification and ASTs were studied. E. coli constituted 68.3% (15475/22636) of the identified factors. The antimicrobial drugs with the highest resistance rates were ampicillin (65.2%), amoxicillin/clavulanate (38.5%), trimethoprim/sulfamethoxazole (36.3%), cephalexin (35%) and cefuroxime (31.3%) respectively. The least resistance rates were found against carbapenems (0.6-2.1%), fosfomycin (3.6%), nitrofurantoin (5.8%) and amikacin (7.5%), respectively. Quinolone resistance rates were found to be 16.7% for levofloxacin, 19.1% for ciprofloxacin and 21.9% for norfloxacin.

DISCUSSION AND CONCLUSION: In the guideline of the Infectious Diseases Society of America (IDSA), trimethoprim/sulfamethoxazole is recommended as the first choice in the treatment of UTI, and quinolones are recommended as an alternative. In addition, international treatment guidelines do not recommend the use of antimicrobials with resistance rates higher than 20% in the empirical treatment of uncomplicated lower UTIs. In our study, the resistance rates of levofloxacin, ciprofloxacin and norfloxacin were close to each other and seemed appropriate for empirical treatment, but the rate of trimethoprim/sulfamethoxazole resistance was high (36.3%). It is thought think that ampicillin, amoxicillin, amoxicillin/clavulanate, trimethoprim/sulfamethoxazole and cephalosporins with high resistance rates are not suitable for empirical treatment, with an ESBL (extended spectrum ß-lactamase) rate of 26.1% in E. coli isolates isolated from community-acquired patient urine samples over a five-year period. Based on the results of our study, it is thought that fosfomycin is the first drug of choice for empirical treatment in outpatients with its advantage of single-dose oral use, high patient compliance and low side-effect profile, and nitrofurantoin is an alternative especially in the empirical treatment of non-complicated UTIs.

5.Determination of efficacy in inactive Newcastle disease vaccines with an in-vitro method as an alternative to in-vivo methods
Mustafa KARS, Yamaç TEKİNTAŞ, Fethiye ÇÖVEN, Asiye DAKMAN, İsmail ÖZTÜRK, Sabahattin İÇİN, Mine HOŞGÖR LİMONCU
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.84704  Pages 33 - 42
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, inaktif, Newcastle hastalığı aşılarının etkinliğini belirlemede hayvan denemelerine olan ihtiyacı azaltan veya ortadan kaldıran in-vitro bir ELISA yönteminin uygulanabilirliği araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu amaçla, dokuz (9) inaktif Newcastle hastalığı aşısının ve iki Newcastle ile ilişkili olmayan aşının (negatif kontroller) etkinliği in vivo ve in-vitro yöntemlerle değerlendirilmiştir. In vivo testler olarak Spesifik Patojensiz (SPF) civcivlere aşılar uygulanmıştır ve hemaglütinasyon inhibisyon testi ile antikor yanıtı belirlenmiştir. İn vitro olarak, aşılardaki antijen miktarı, inaktif Newcastle aşıları için geliştirilen hemaglutinin ve nöraminidaz seviyelerinin belirlenmesine dayanan bir sandviç ELISA testi ile hesaplanmıştır. Aşıların nisbi potens değerleri, ELISA testinden elde edilen optik yoğunluk sonuçları kullanılarak Combistats istatistiksel analiz yazılımı programı ile paralel çizgi analiz yöntemi kullanılarak hesaplanmıştır.
BULGULAR: Hemaglütinasyon inhibisyon testi sonuçları 23,3 ile 26,1 arasında bulunmuş; bağışıklama / meydan okuma sonuçları 56 ve 136 PD50 arasında değişirken, ELISA test sonuçları 6,02 ve 98,23 antijen birimleri arasında olduğu görülmüştür. ELISA testi ile in vivo yöntemler arasında bir korelasyon belirlenmiştir. Duyarlılık ve özgüllük sırasıyla %89 ve %100 olarak bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu sonuçlara göre, laboratuvar şartlarında ELISA metodunun uygulanabilirliği, standart prosedüre olan uyumu ve aynı örnekler üzerinde benzer sonuçlar verebilme yeteneği gösterilmiştir.
INTRODUCTION: In this study, applicability of an in-vitro ELISA method, which reduces or eliminates the need for animal trials in establishing the efficacy of inactive Newcastle disease vaccines was investigated.
METHODS: For this purpose, the efficacy of nine (9) inactivated Newcastle disease vaccines and two non-Newcastle related vaccines (negative controls) were evaluated by in-vivo and in-vitro methods. As in-vivo tests, vaccines were applied to the Spesific Pathogen Free (SPF) chicks and antibody response was determined via hemagglutination inhibiton test. As in-vitro, antigen amount in vaccines were calculated with a sandwich ELISA test based on the determination of hemagglutinin and neuraminidase levels developed for inactive Newcastle vaccines. Relative potency values of vaccines were calculated by using the parallel line analysis method with Combistats statistical analysis software program by using optical density results obtained from ELISA test.
RESULTS: Hemagglutination inhibition test results were found to be between 23,3 and 26,1; immunization/challenge results ranged between 56 and 136 PD50 and ELISA test results were between 6,02 and 98,23 antigen units. A correlation was found between the ELISA test and in-vivo methods. Sensitivity and specificity were found to be %89, %100 respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study according to these results, we have demonstrated the ability of ELISA method to give similar results on the same samples, its compatibility with the standard procedure and its applicability under laboratory conditions.

6.The effect of skin thickness on vitamin D levels! Where do you measure from?
Emel GÜLER, Alper DOĞANCI
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.29805  Pages 43 - 50
GİRİŞ ve AMAÇ: Vitamin D yaklaşık %80-90’ı ciltten üretilen bir steroid hormonudur. Eksikliği ise çok sık görülmekte ve multisistemik etkileri nedeni ile tedavisi büyük önem taşımaktadır. Cilt rengi, kullanılan güneş kremi, coğrafi konum, obezite gibi vitamin D seviyesini etkileyen faktörler yanında cilt kalınlığının etkisi ile ilgili de çalışmalar mevcuttur. Çalışmamızdaki amacımız; vücudumuzda güneş ışınları ile temasın en fazla olduğu bölgelerde, cilt kalınlıklarının ve subkutan yağ dokusu ölçümlerinin vitamin D sonuçlarına etkisini belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya toplam 116 (71 kadın, 45 erkek) gönüllü dahil edildi. Son 1 ay içerisindeki serum vitamin D sonuçları, demografik verileri, boy ve kiloları kayıt edildi. Ultrason ile yapılan cilt kalınlığı ve subkutan yağ doku ölçümleri alın, yanak, el dorsum, umbilikus ve trochanter majör bölgelerinden yapılarak kayıt edildi.
BULGULAR: Güneşe maruziyet süresi (r=0,637, p<0,001), trochanter majör subkutan yağ dokusu (r=0,347, p<0,001) ve umbilikal bölgenin subkutan yağ dokusu (r=0,022, p=0,020) ve el dorsum cilt kalınlığı (r=0,242, p=0,010) sonuçları ile vitamin D seviyesi arasında istatistiki anlamlı fark bulundu (p<0,05). Umbilikus cilt kalınlığı ile vitamin D seviyesi arasında istatistiki anlamlı fark bulundu (r=0,087, p<0,001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Dünya çapında, “vitamin D eksikliğinin sebebi pandemi mi?” sorusuna cevap aranırken, eksiklik nedenleri üzerinde çalışmalar devam etmektedir. Cilt kalınlığı ile ilgili literatürde, objektif verilerle değerlendirme yapılan sınırlı sayıda çalışma mevcuttur. Özellikle el dorsum deri kalınlığı, güneş ışığına maruziyet süresinin önemini ortaya çıkaran çalışmamızda, bölgesel obezitenin vitamin D seviyesi üzerine etkisi dikkat çekicidir. Ancak özellikle cilt kalınlığının etkilerini gösterebilmek için vücudumuzda birçok bölgenin değerlendirildiği çok sayıda çalışmaya ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Vitamin D is a steroid hormone, about 80-90% of which is produced by the skin. On the other hand, its deficiency is very common and its treatment is of great importance due to its multisystem effects. In addition to factors affecting vitamin D levels such as skin color, sunscreen used, geographical location, and obesity, there are also studies related to the effect of skin thickness. It was aimed to determine the effect of skin thickness and subcutaneous adipose tissue measurements on vitamin D results in the areas where there is the most contact with the sunlight in our body, in the study.
METHODS: A total of 116 (71 female, 45 male) volunteers were included in the study. The results of vitamin D in the last month, demographic data, height, and weight were recorded. Skin thickness and subcutaneous adipose tissue measurements performed by ultrasound were recorded from the forehead, cheek, hand dorsum, umbilicus, and trochanter major regions.
RESULTS: The exposure time to the sun (r=0.637, p<0.001), the statistically significant difference between the results of the trochanter major subcutaneous adipose tissue (r=0.347, p<0.001) and subcutaneous adipose tissue of the umbilical region (r= 0.022, p=0.020), hand dorsum skin thickness (r= 0.242, p=0.010) and vitamin D level (p<0.05). Statistically, a significant difference was found between the umbilicus skin thickness and vitamin D level (r=0.087, p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The question of “whether vitamin D deficiency is pandemic?” is sought worldwide, and the reasons for deficiency are still being studied. The literature on skin thickness has a limited number of studies evaluated by objective data. In particular, the thickness of the hand dorsum skin, and the effect of regional obesity on vitamin D in our study, which reveals the importance of exposure time to sunlight, are remarkable. However, to demonstrate the effects of skin thickness, many areas of our body need to be evaluated.

7.Comparison of the cytotoxic effect of Embelin with tamoxifen and docetaxel on human breast cancer MCF-7 and MDA MB-231 cell proliferation
Gülsüm ABUŞOĞLU, Cengiz KOÇAK, Fatma Emel KOÇAK, Bahadır ÖZTÜRK, Hüsamettin VATANSEV
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.87523  Pages 51 - 62
GİRİŞ ve AMAÇ: Meme kanseri son yıllarda hızla gelişen tanı ve tedavi stratejilerine rağmen kadınlarda en sık görülen kanser türü olup kansere bağlı ölüm sebebidir. Embelin, güçlü bir XIAP inhibitörü ve antiöstrojenik etkileri olan bir bileşiktir. Çalışmamızda, hormon reseptör negatif (MDA-MB-231) ve pozitif (MCF-7) olmak üzere iki farklı insan kaynaklı meme kanseri hücre hattında, etkilerini farklı hücresel yolaklarla gösteren Embelin’in antitümöral etkinliklerini, halen meme kanseri tedavisinde yaygın olarak kullanılmakta olan tamoksifen ve docetaxel’in etkileri ile karşılaştırarak araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Embelin’in etkilerini hücresel düzeyde göstermek için, gerçek zamanlı hücre elektronik algılama sistemi (xCELLigence) ile sitotoksisite analizleri ve IC50 hesaplamaları yapılmıştır. Bundan sonraki diğer tüm çalışmalar için hücreler Embelin’in sitotoksisite analizlerinde belirlenen IC50 dozuyla muamele edilmiş ve histopatolojik ve immünohistokimyasal (Ki-67, Bax, Bcl-2, Cyclin D1) analizleri gerçekleştirilmiştir.
BULGULAR: Hücre sitotoksisite analizleri sonucunda, Embelin’in, doz ve zaman bağımlı olmak üzere, her iki kanser hücre tipinde antiproliferatif etki gösterdiği gözlenmiştir. Embelin uygulanan hücrelerin proliferasyon eğrisi grafiklerinden, IC50 değerleri MCF-7 için 63 µM ve MDA-MB-231 için 64 µM olarak hesaplanmıştır. Hematoksilen-Eozin (H&E) ve Ki-67 ile boyanmış olan preparatların incelenmesi sonucunda, Embelin uygulanan kanser hücrelerinde, hücre sayısının ve Ki-67 proliferasyon indeksinin azaldığı (p<0,05) bulunmuştur. Embelin’in hücre siklusu üzerine olan etkilerini analiz etmek amacıyla, Cyclin D1 ile boyanan preparatları incelediğimizde, her iki bileşiğin de hücre siklusunun S1 fazı için gerekli olan Cyclin D1 düzeylerini azalttığı (p<0,05) görülmüştür. Embelin’in apoptotik yolaklar üzerine olan etkisini görmek için, proapoptotik Bax ve antiapoptotik Bcl-2 ile boyanmış olan preparatlar incelenmiştir. Buna göre, Bax ekspresyon düzeyi artarken (p<0,05), Bcl-2 ekspresyon düzeyi azalmıştır (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Genel olarak Embelin’in, her iki meme kanser hücre tipinde de, doz ve zamana bağlı olmak üzere kanser hücre proliferasyonunu inhibe ettiğini, özellikle hormon reseptörü negatif MDA MB-231 hücrelerinde hem Tamoxifen hem de Docetaxel ile kıyaslandığında Embelinin, istatistiksel olarak moleküler düzeyde daha etkin olduğunu ortaya çıkarılmıştır. Özellikle de hormon reseptör negatif olan meme kanserinde daha etkili olduğu sonucuna varılarak Embelin, ileride meme kanser tedavisinde alternatif yeni bir antitümöral ajan olabilir. Bu çalışmanın sonuçları gelecekteki in vivo çalışmalara yol gösterici olabilir.

INTRODUCTION: Despite the rapidly developing diagnosis and treatment strategies in recent years, breast cancer is the most common type of cancer in women and is the cause of cancer-related death. Embelin is a potent XIAP inhibitor and a compound with antiestrogenic effects. In our study, we aimed to investigate the antitumoral activities of Embelin, which shows its effects through different cellular pathways, in two different human breast cancer cell lines, hormone receptor negative (MDA-MB-231) and positive (MCF-7) and we compared the effects of Embelin with tamoxifen and docetaxel, which are currently widely used in the treatment of breast cancer.
METHODS: To demonstrate the effects of Embelin at the cellular level, cytotoxicity analyzes and IC50 calculations were performed with a real-time cell electronic detection system (xCELLigence). For all subsequent studies, cells were treated with the IC50 dose of Embelin which determined in cytotoxicity assays and histopathological and immunohistochemical (Ki-67, Bax, Bcl-2, Cyclin D1) analyzes were performed.
RESULTS: As a result of cell cytotoxicity analyzes, it was observed that Embelin had an antiproliferative effect in both cancer cell types in a dose and time dependent manner. IC50 values were calculated as 63 µM for MCF-7 and 64 µM for MDA-MB-231 from the proliferation curve graphs of Embelin exposed cells. As a result of the examination of the preparations stained with Hematoksylin-Eosin (H&E) and Ki-67, it was found that the cell number and Ki-67 proliferation index decreased (p<0.05) in cancer cells treated with Embelin. In order to analyze the effects of Embelin on the cell cycle, when we examined the preparations stained with Cyclin D1, it was observed that embelin decreased the Cyclin D1 levels required for the S1 phase of the cell cycle (p<0.05). In order to see the effect of Embelin on apoptotic pathways, preparations stained with proapoptotic Bax and antiapoptotic Bcl-2 were examined. Accordingly, while Bax expression level increased (p<0.05), Bcl-2 expression level decreased (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In general, Embelin inhibits cancer cell proliferation in both breast cancer cell types, depending on dose and time. We found that Embelin was statistically more effective at the molecular level when compared to both Tamoxifen and Docetaxel, especially in hormone receptor-negative MDA MB-231 cells. By concluding that it is more effective especially in hormone receptor-negative breast cancer, Embelin may be an alternative new antitumoral agent in the treatment of breast cancer in the future. The results of this study may guide for in vivo studies in future.

8.The relationship of phenotypic and clinical features with adrenal and ovarian steroid hormones in women with polycystic ovarian syndrome
Seda KILIÇSOY ASLAN, Raziye DESDİCİOĞLU, Gülin Feykan YEĞİN, Ceylan BAL
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.20092  Pages 63 - 72
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmanın amacı; polikistik over sendromlu (PKOS) kadınlarda klinik ve fenotipik özellikler ile plazma steroid hormon seviyeleri arasındaki ilişkinin araştırılmasıdır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Rotterdam kriterlerine göre PKOS tanısı alan, yaşları 18-39 arasında 50 gönüllü kadın çalışmamıza dahil edilmiştir. Hastalar vücut kütle indeksine göre, adet düzensizliği olup olmaması ve hirsutismus olup olmamasına göre gruplara ayrılmıştır. Hirsutismusu değerlendirmek için modifiye Ferriman Gallway skoru kullanılmıştır. Menstrüel siklusun 2-5. günleri arasında 8-10 saatlik açlığı takiben alınan plazma örneklerinden likit kromatografi ardışık kitle spektrofotometri (LC-MS/MS) yöntemi ile steroid hormon düzeyleri çalışılmıştır.

BULGULAR: Hasta grubumuzda fazla kilolu-obez olan hastaların serbest testosteron seviyesinin, normal kilolu hastalara göre daha fazla olduğu belirlenmiştir (p=0,037). Adet düzensizliği olan hastaların DHT, androstenedion ve total testosteron seviyelerinin adetleri düzenli olan kadınlardan daha yüksek olduğu ve bu farkın anlamlı olduğu görülmüştür (sırasıyla, p=0,021 p=0,010 p=0,049). PKOS tanısı almış hastalardan hirsutismusu olmayan kadınlarda androsteron seviyelerinin hirsutismusu olan kadınlara göre anlamlı şekilde yüksek olduğu bulunmuştur (p=0,024).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Plazma steroid düzeylerini ölçmede en duyarlı yöntemlerden biri olarak kabul edilen LC-MS/MS yönteminin kullanıldığı bu araştırmada; PKOS tanılı kadınlarda vücut kitle indeksi yüksek olan grupta serbest testosteron düzeyi yüksek saptanmıştır. Hirsutismusu olan ve olmayan kadınların androjen düzeyleri arasında farklılık saptanmamıştır. PKOS’lu kadınlarda hirsutismus bulgularının laboratuvar bulguları ile anlamlı ilişkisinin olmadığının gösterilmesi, klinik hiperandrojenizmin plazma androjen düzeyleri dışında genetik, enzimatik ve reseptör düzeyindeki farklılıklar gibi pekçok faktörün etkileşimi sonucunda ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır. Menstrüel düzensizliği olan kadınlarda androjen parametrelerinden bir kısmının yüksek olması folikülogenez üzerine hormonal mikroçevrenin etkisi ile açıklanabilir. Adet düzensizliği olan PKOS tanılı kadınlarda androjen düzeylerinin değerlendirilmesi bu anlamda faydalı olabilir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to evaluate the relationship between phenotypic features and ovarian and adrenal steroid hormones in women with polycystic ovary syndrome.
METHODS: Fifty volunteer women aged 18-39 who were diagnosed with PCOS according to Rotterdam criteria, were included in our study. The patients were divided into groups according to their body mass index, whether they had menstrual disorders and whether they had hirsutism. The modified Ferriman Gallway score was used to evaluate hirsutism. Ovarian and adrenal steroid hormones, lipid profiles and levels were studied from plasma samples taken after fasting 8-10 hours at the menstrual cycle day is 2-5. Steroid hormones were analyzed by liquid chromatography sequential mass spectrophotometry (LC-MS / MS) method.
RESULTS: We found that the level of free Testosterone in overweight-obese patients were higher than in normal weight patients and this is statistically significant (p=0.037). Women with menstrual disorders, DHT, androstenedione and total testosterone levels were higher in women with regular menses, and this difference is significant (respectively, p=0.021 p=0.010 p=0.049). Androsterone levels of women diagnosed with PCOS were significantly higher in women without hirsutism than in women with hirsutism (p=0.024).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Methods for measuring plasma steroid levels, which is accepted as one of the most sensitive LC-MS/MS method was used in this study, women with PCOS revealed high levels of free testosterone in the group with high body mass index. There was no difference between the androgen levels women with and without hirsutism. The fact that the symptoms of hirsutism in women with PCOS do not have a significant relationship with laboratory findings is due to the fact that clinical hyperandrogenism occurs as a result of the interaction of many factors, such as genetic, enzymatic and receptor level differences, except for plasma androgen levels. The high level of some of the androgen parameters in women with menstrual disorders can be explained by the influence of the hormonal microenvironment on folliculogenesis.

9.Ficus carica extract causes cell cycle arrest and induces apoptosis in MG-63 and HT-29 cancer cell lines
Tuğba YALÇINKAYA, Leyla Didem KOZACI, Ahmet ÇARHAN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.93357  Pages 73 - 88
GİRİŞ ve AMAÇ: Ficus carica (Fig), geleneksel tıpta çeşitli hastalıkları tedavi etmek için kullanılan yapraklı bir Moraceae ağacıdır. Son araştırmalar, farklı kanser hücrelerinde F. carica özlerinin etkileyici bir anti-kanser etkinliğini ortaya çıkardı. Bu çalışma, F. carica ekstraktının kolon kanseri hücre hattı HT-29 ve kemik kanseri hücre hattı MG-63 üzerindeki anti-kanser etkilerini araştırmayı amaçladı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: F. carica ekstraktının etkilerini araştırmak için insan kolon kanseri hücre hattı HT-29 ve kemik kanseri hücre hattı MG-63 kullanıldı. F. carica’nın hücre canlılığı üzerindeki etkileri, MTT [3-(4,5-dimetilthiyazol-2-il)-2,5 difeniltetrazolyum bromür] metodu kullanılarak değerlendirildi. LDH (laktat dehidrogenaz) metodu ile membran bütünlüğünü ve toksisiteyi değerlendirmek için tamamlayıcı analizler yapıldı. Hücre ölümü mekanizmaları, MuseTM Annexin-V ve TUNEL testleri kullanılarak analiz edildi. Hücre döngüsü dağılımı, akış sitometri analizi kullanılarak incelendi.
BULGULAR: Elde edilen sonuçlar, F. carica ekstraktının kanser hücrelerinde doza ve zamana bağlı bir şekilde hücre canlılığında önemli bir azalmaya neden olduğunu göstermektedir. MTT analizine göre F. carica’nın MG-63 ve HT-29 hücre hatlarında optimal aktivitesi sırasıyla 48 saatte 1: 100 dilüsyonda ve 24 saatte 1: 10 dilüsyonda belirlendi. Ayrıca hücre canlılığı, hFOB 1.19 hücre hattında herhangi bir doz ve zaman aralığında %50’nin altına düşmedi, bu da F. carica’nın normal hücreler için sitotoksik olmadığını gösterir. LDH aktivitesi, F. carica’nın kanser hücre hatları üzerinde sitotoksik etkileri olduğunu gösterdi. Apoptoz sırasında kanser hücrelerinde membran bütünlüğünün kaybı yoluyla LDH aktivitesinde önemli bir artış gözlenirken, ekstrakt kontrol hücre hattında sitotoksik bir etkiye sahip değildi. HPLC analizine göre bu çalışmada kullanılan F. carica’nın, 8.17063x10-1 mg/L protokateşuik asit içerdiği tespit edildi. Hücre döngüsü analizi, F. carica ekstraktının MG-63 hücre hattını etkilemediğini, ancak HT-29 hücrelerinde S fazında bir durmaya neden olduğunu gösterdi. TUNEL testinde, kontrol hücrelerinde floresan boyanma olmazken, apoptoz geçiren kanser hücre hatlarında floresan boyama tespit edildi. Annexin-V ve Dead Cell Assay, her iki kanser hücre hattında da apoptozu doğruladı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: F. carica’nın hem kolon hem de kemik kanseri hücre hatları üzerinde anti-kanser etkileri olduğu bulundu. F. carica ekstraktı, kanser hücre dizilerinde farklı hücre ölümlerini aktive edebilirken, sağlıklı hücreler üzerinde herhangi bir sitotoksik etkiye neden olmadı. F. carica’nın anti-kanser aktivitesi için olası bir mekanizma, kolon kanseri hücre hattı HT-29 ve kemik kanseri hücre hattı MG-63’te gözlemlendiği gibi apoptozun indüklenmesidir.
INTRODUCTION: Ficus carica (Fig) is a leafy tree of Moraceae, which is used in local traditional medicine to treat various diseases. Recent studies revealed an impressive anti-cancer efficiency of F. carica extracts in different types of cancer cells. This study aimed to investigate the anti-cancer effects of F. carica extract on colon cancer cell line HT-29 and bone cancer cell line MG-63.
METHODS: The human colon cancer cell line HT-29 and bone cancer cell line MG-63 were used to investigate the effects of F. carica extract. The effects of F. carica on cell viability were evaluated using MTT [3-(4,5-dimethylthiazol-2-yl)-2,5 diphenyltetrazolium bromide] assay. Complementary analyses for evaluating membrane integrity and toxicity were performed by estimating LDH (lactate dehydrogenase) assay. Mechanisms of cell death were analyzed using MuseTM Annexin-V and TUNEL assays. Cell-cycle distribution was examined using flow cytometri analysis.
RESULTS: The results demonstrated that F. carica extract caused a significant decrease in cell viability in cancer cells in a dose-and time-dependent fashion, but not in the healthy cell line. According to MTT analysis, the optimal activity of F. carica in MG-63 and HT-29 cell lines was determined in 48 h at 1: 100 dilution and 24 h at 1: 10 dilution, respectively. In addition, the cell viability did not drop below 50% in the hFOB 1.19 cell line at any dose and time interval, indicating that F. carica was not cytotoxic to normal cells. The LDH activity in culture media showed that F. carica had cytotoxic effects on cancer cell lines. A significant increase in LDH activity in the cultured media through the loss of membrane integrity during apoptosis pathways was observed in cancer cells, whereas the extract did not have a cytotoxic effect in the control cell line. According to HPLC analysis, F. carica used in this study contained 8.17063x10-1 mg/L protocathecuic acid. Cell cycle analysis showed that the F. carica extract did not affect the MG-63 cell line, but caused an arrest at the S phase in HT-29 cells. In TUNEL assay, fluorescent staining was detected in cancer cell lines that underwent apoptosis, while there was no staining in control cells. The Annexin-V and Dead Cell Assay confirmed apoptosis in both cancer cell lines.
DISCUSSION AND CONCLUSION: F. carica was found to have anti-cancer effects on both colon and bone cancer cell lines. While F. carica extract can activate different types of cell death in cancer cell lines, it did not cause any cytotoxic effects on healthy cells. A possible mechanism for the anti-cancer activity of F. carica is through induction of apoptosis as observed in the colon cancer cell line HT-29 and bone cancer cell line MG-63.

10.Employee sustainable performance (ESP) scale: Turkish validity-reliability study
Yasin ÇİLHOROZ, Gülsen TOPAKTAŞ, Oğuz IŞIK
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.00243  Pages 89 - 100
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışanın sürdürülebilir performansı, çalışanların yaşamları boyunca çalışır ve üretken olmalarını ifade eden ideal bir durumdur. Hedef, örgütün gelecekteki çalışma ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Bu çalışmada çalışanın sürdürülebilir performansı (ÇSP) ölçeğinin Türkçe’ye uyarlanarak geçerlik ve güvenirliğinin yapılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmanın verilerine ulaşmak için Ji ve diğerleri tarafından geliştirilen Çalışanın Sürdürülebilir Performansı (ÇSP) Ölçeği kullanılmıştır. Orijinal ölçek 10 ifadeli ve tek faktörlüdür. Çalışmanın geçerlik ve güvenirlik analizleri için Ankara’daki bir eğitim araştırma hastanesinde çalışan toplam 316 sağlık çalışanı örnekleme dâhil edilmiştir. Kullanılan anket sağlık çalışanlarına yüz yüze uygulanmıştır. Çalışma kapsamında ilk olarak dil geçerliği sağlanmıştır. Ardından, yapı geçerliği için açıklayıcı faktör analizi (AFA) ve doğrulayıcı faktör analizi (DFA) gerçekleştirilmiştir. Son olarak, güvenirlik analizi için içsel tutarlılık testi yapılmıştır.
BULGULAR: Gerçekleştirilen analiz sonucunda, İngilizce dilindeki orijinal ölçeğin Türkçe dil geçerliği sağlanmıştır. Sonra, AFA gerçekleştirilerek Kaiser-Meyer-Olkin değerinin 0,94 ile normal aralıkta ve Barlett Küresellik Testi anlamlı (X2= 3039,130, df = 45, p<0,05) olduğu belirlenmiştir. Ayrıca, temel bileşenler analizi yöntemi kullanılarak gerçekleştirilen AFA sonuçlarına göre ÇSP ölçeğinde yer alan toplam 10 ifade tek faktör altında toplanmıştır. Bu tek faktör toplam varyansın %71,81’ini açıklamıştır. Ardından, DFA gerçekleştirilerek uyum indekslerinin tümünün kabul edilebilir sınırlar içinde olduğu tespit edilmiştir. Böylece ÇSP ölçeğinin geçerli olduğu ortaya konulmuştur. Son olarak, ölçeğin güvenirliği için Cronbach’s Alpha katsayısı 0,956 hesaplanarak ölçeğin yüksek düzeyde güvenilir olduğu bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Örgütlerde sürdürülebilir stratejilerin belirlenmesinde insan kaynakları önemli rol oynamaktadır. Sürdürülebilir performansın gerçekleştirilmesinin çalışanların kalite ve motivasyonunu artırmada önemli bir etken olacağı söylenebilir. Bu bağlamda, geçerli ve güvenilir bulunan ÇSP ölçeği kullanılarak çalışanların sürdürülebilir performansı uygun şekilde ölçülüp yönetilebilecektir.
INTRODUCTION: Employee sustainable performance is an ideal state of employees to work and be productive throughout their lives. The goal is to meet the future working needs of the organization. In this study, it was aimed to make its validity and reliability of the Employee Sustainable Performance (ESP) scale by adapting it to Turkish.
METHODS: The Employee Sustainable Performance (ESP) Scale developed by Ji et al. was used to reach the data of the study. The original scale has 10 items and one factor. For the validity and reliability analyzes of the study, a total of 316 health workers working in a training and research hospital operating in Ankara were included in the sample. The questionnaire used was applied face to face to health workers. Within the scope of the study, first of all, language validity was ensured. Then, exploratory factor analysis (EFA) and confirmatory factor analysis (CFA) were performed for construct validity. Finally, internal consistency test was performed for reliability analysis.
RESULTS: As a result of the analysis, the Turkish language validity of the original scale in English was ensured. Afterwards, Then, EFA was performed and the Kaiser-Meyer-Olkin value was found to be within the normal range with 0.94 and the Barlett Test of Sphericity was significant (X2= 3039.130, df = 45, p<0.05). In addition, according to the results of EFA performed using principal component analysis method, a total of 10 expressions in the ESP scale were grouped under a single factor. This single factor explains 71.81% of the total variance. Then, CFA was performed and it was determined that all of the fit indices were within acceptable limits. Thus, it has been demonstrated that the ESP scale is valid. Finally, Cronbach’s alpha coefficient was calculated as 0.956 for the reliability of the scale, and the scale was found to be highly reliable.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Human resources play an important role in determining sustainable strategies in organizations. It can be said that the realization of sustainable performance will be an important factor in increasing the quality and motivation of the employees. In this context, the sustainable performance of the employees will be measured and managed appropriately by using the valid and reliable ESP scale.

11.Investigation of the presence of Zika, Dengue, Chikungunya, and West Nile virus in Aedes type mosquitoes in the Eastern Black Sea area of Turkey
Yasemin COŞGUN, Fatma BAYRAKDAR, M. Mustafa AKINER, Burcu GÜRER GİRAY, Berna DEMİRCİ, Hilal BEDİR, Gülay KORUKLUOĞLU, Seher TOPLUOĞLU, Selçuk KILIÇ
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.58235  Pages 101 - 108
GİRİŞ ve AMAÇ: Arbovirüsler, eklembacaklılar tarafından bulaşan bir virüs grubudur ve vektörlerin varlığı ile ilişkili ortamlarda hem enzootik hem de kentsel döngüler içerisinde insanlarda çeşitli enfeksiyonlara neden olan geniş bir coğrafi dağılım ile karakterizedirler. Dengue virüsü (DENV), Zika virüsü (ZIKV), Chikungunya virüsü (CHIKV) ve Batı Nil virüsü (BNV) enfeksiyonları, dünyaya yayılan ve giderek artan halk sağlığı problemleridir. Bu virüslerin en bilinen vektörleri; invaziv vektörler olan Aedes aegypti ve Aedes albopictus’tur. Bu çalışmanın amacı, Türkiye’nin kuzeydoğusunda yer alan Karadeniz bölgesinde kurulmuş populasyonlarda bulunan A. aegypti ve A. albopictus sivrisinek türleri tarafından bulaştırılan virüslerin varlığını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2016 yılının Nisan-Ekim ayları arasında batı sınır kapısından Ordu iline kadar olan illerde ve iç bölgelere giriş noktaları olan bölgelerde sivrisinekler üzerinde çalışılmıştır. Karadeniz bölgesinin 51 farklı bölgesinden toplam 267 sivrisinek toplanmıştır. Tüm örnekler Dengue, Chikungunya, Zika ve West Nile virüsünün varlığı açısından test edilmiştir.
BULGULAR: 38 Aedes aegypti ve 229 Aedes albopictus olmak üzere toplam 267 sivrisinek örneği elde edilmiş, örneklerin 8’i erkek, 259’u dişi olarak belirlenmiştir. İncelemeye alınan Aedes aegypti ve Aedes albopictus sivrisineklerinde DENV, CHIKV, ZIKV ve BNV açısından pozitiflik saptanmamıştır. Panflavivirus açısından pozitiflik bulunmamıştır.

TARTIŞMA ve SONUÇ: A. aegypti ve A. albopictus türü sivrisineklerde, araştırılan virüslerden hiçbirinin saptanmaması henüz bu bölgedeki vektörlerin DENV, CHIKV, ZIKV ve BNV ile karşılaşmadıkları yönünde önemli bir veri elde edilmiştir. Bu virüslere bağlı yurt dışı seyahati kaynaklı vakaların görüldüğü ülkemizde, dışardan gelecek olan virüslerle mevcut vektörlerin karşılaşması durumunda otoktanöz bulaş ihtimali söz konusu olabilecektir. Bu nedenle diğer bölgelerde de benzer çalışmalar yapılarak vektör ve virus takibi açısından sağlıklı ve güncel haritalar oluşturulmalıdır. Böylece ülkeye giriş yapan bu virüslerin varlığı saptandığında hızlı ve etkin tedbirler almak mümkün olacaktır.
INTRODUCTION: Arboviruses are a group of viruses transmitted by arthropods, and are characterized by a wide geographic distribution that causes various infections in humans, both in the enzootic and urban cycles, in environments associated with the presence of vectors. Dengue (DENV), Chikungunya (CHIKV), Zika (ZIKV), yellow fever, and West Nile virus (WNV) infections are increasingly public health problems that spread throughout the world. The best known vectors of these viruses are the invasive vectors of Aedes aegypti and Aedes albopictus. The aim of this study is located in the Black Sea in northeastern Turkey located in established populations of A. aegypti and A. albopictus was to investigate the presence of viruses transmitted by mosquito species.
METHODS: From April to October 2016, it was studied on mosquitoes in the provinces from the western border gate to the province of Ordu and areas with entry points to the inner regions. A total of 267 mosquitoes were collected from 51 different regions of the Black Sea region. All samples were tested for the presence of Dengue, Chikungunya, Zika, and West Nile virus.
RESULTS: A total of 267 mosquito samples, 38 A. aegypti and 229 A. albopictus, were obtained, of which eight were male and 259 were female. No positivity was detected in terms of DENV, CHIKV, ZIKV and WNV in A. aegypti and A. albopictus mosquitoes included in the study. No positivity was found in panflavivirus.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The fact that none of the investigated viruses were detected in A. aegypti and A. albopictus mosquitoes is an important data that vectors in this region have not yet encountered DENV, CHIKV, ZIKV and WNV. In our country, where cases of foreign travel related to these viruses are seen, there may be a possibility of autochthonous transmission in case of encountering viruses that will come from outside and existing vectors. For this reason, similar studies should be carried out in other regions and healthy and up-to-date maps should be created in terms of vector and virus tracking. Thus, when the presence of these viruses entering the country is detected, it will be possible to take quick and effective measures.

CASE REPORT
12.Rhinocerebral mucormycosis in a case diagnosed with type 1 diabetes mellitus
Ayşe ALICI, Aytekin FIRTINA, Gülgün YENİŞEHİRLİ, Ibrahim ERDİM, Elif AKÇAY
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.70845  Pages 109 - 116
Mukormikoz, Mucarales takımı küf mantarları tarafından oluşturulan, oldukça hızlı ilerleyen, etkin tedaviye rağmen mortalitesi yüksek olan invaziv bir fungal enfeksiyonudur. Diabetes mellitus, kanser immunoterapisi, kök hücre transplantasyonu gibi durumlar mukormikoz için risk faktörüdür. Çalışmamızda, hastanemizde takip ettiğimiz bir rinoserebral mukormikoz vakası bildirmeyi amaçlanmıştır. Bilinen tip1 diyabeti olan 20 yaşında kadın hasta, boğaz, boyun, baş ağrısı, halsizlik ve yüzünde uyuşukluk şikâyeti ile hastanemiz kulak burun bağaz polikliniğine başvurmuştur. Hastanın fizik muayenesinde kanlı nazofarengeal akıntı görülmüş ve servise yatırılmıştır. Yatışının birinci gününde diyabetik ketoasidoza giren ve bilinci bozulan hasta yoğun bakım ünitesine yatırılmıştır. Hastanın manyetik rezonans (MR) görüntülemesinde paranazal sinüslerde ve her iki mastoid hücrede sıvı sinyalleri ve nazofarenks ve nazofarenkse komşu yumuşak dokularda mukormikoz ya da invaziv Aspergillus düşündüren alanlar görülmüştür. Hastanın difüzyon MR’ında akut iskemik lezyonlar izlenmiştir. Nazofarengeal sürüntü örneğinin kültüründe septasız dik açı ile dallanan hifal yapılar ve rizoid yapıları görülmüş ve mucareles olduğuna karar verilmiştir. Hastadan alınan nazofarengeal biyopsi materyalinde patolojik olarak da mukormikozu düşündüren hifal yapılar görülmüştür. Hastaya amfoterisin B 250 mg tedavisi başlanılmıştır. Hasta yatışının 35. gününde kardiyopulmoner resüsitasyona cevap vermeyerek vefat etmiştir. Diabetes mellitus gibi immün sistemin baskılandığı hastalarda fırsatçı mantar enfeksiyonlarının görülebileceği ve çok hızlı yayılmasından dolayı enfeksiyonun kontrol altına alınmasının zor olacağı akılda tutulmalıdır.
Mucormycosis is an invasive fungal infection caused by mold fungi of the Mucarales order, which progresses quite rapidly and has a high mortality despite effective treatment. Conditions such as diabetes mellitus, cancer immunotherapy, stem cell transplantation are risk factors for mucormycosis. In this study, we aimed to report a case of rhinocerebral mucormycosis that we followed in our hospital. A 20-year-old female patient with known type 1 diabetes was admitted to the otolaryngology outpatient clinic of our hospital with complaints of sore throat, neck, headache, weakness and numbness on her face.The patient was admitted to the ward due to the presence of bloody nasopharyngeal discharge in the physical examination. The patient, who entered diabetic ketoacidosis on the first day of hospitalization and disorder of consciousness, was admitted to the intensive care unit. In the magnetic resonance (MR) imaging of the patient, fluid signals in the paranasal sinuses and both mastoid cells and areas suggestive of mucormycosis or invasive Aspergillus were observed in the nasopharynx and soft tissues adjacent to the nasopharynx. Acute ischemic lesions were observed in the diffusion MRI of the patient. In the culture of the nasopharyngeal swab, hyphal structures without septa and branching at right angles were seen and it was decided that they were mucareles. In the nasopharyngeal biopsy material taken from the patient, hyphal structures and rhizoid structures were seen pathologically suggestive of mucormycosis. The patient was started on amphotericin B 250 mg treatment. The patient died on the 35th day of her hospitalization, not responding to cardiopulmonary resuscitation. It should be kept in mind that such opportunistic fungal infections can be seen in patients with suppressed immune system such as diabetes mellitus, and it will be difficult to control the infection due to its rapid spread.

REVIEW
13.Antifungal susceptibility testing, reporting and antifungal resistance: current status
Ali Korhan SIĞ
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.97957  Pages 117 - 132
Invazif fungal enfeksiyonlarda (IFE) erken tanı ve tedavi prognoz için çok kritiktir. Antimikrobiyal duyarlılık testleri, genel olarak tedavi seçenekleri ve klinik prognoz açısından önemli bir role sahiptir. “Avrupa Antimikrobiyal Duyarlılık Testleri Komitesi (EUCAST)” ve “Klinik ve laboratuvar Standartları Enstitüsü (CLSI)” minimum inhibitör konsantrasyonların (MİK) yorumlanması için standart prosedürler ve yöntemleri belirlemişlerdir. Ancak, her mantar ve antifungal için epidemiyolojik eşik değer (EED) ve/veya klinik eşik değer (KED) tanımlanmamıştır, bu nedenle klinisyenleri yönlendirebilmek adına sadece MİK değerleri raporlanabilir. Mikrobiyolojik direnç, in vitro MİK değerlerinin KED verileri ile yorumlanması ile belirlenir. Antifungal dirence (AFD) yol açan çok sayıda mekanizma bulunmaktadır. Mayalarda flukonazol ve ekinokandinlere, küflerde ise triazollere dirençte bir artış eğilimi söz konusudur. Her ne kadar bazı durumlarda yüksek MİK değerleri ile klinik tablo doğrudan ilişki gösterse de her mantar için bu durum gösterilememektedir. Klinik direnç, doğru tedaviye rağmen, enfeksiyon tablosunun çeşitli başka sebeplerle düzelmemesi olayıdır ve birçok nedene bağlanabilir. Bu nedenle, antifungallere duyarlı bir mikroorganizmanın oluşturduğu her enfeksiyon başarı ile tedavi edilemez, öte yandan dirençli organizma ile oluşan her enfeksiyonda da terapötik başarısızlık olmaz. Bu derlemenin amacı; antifungal duyarlılık testleri konusunda genel bir bakış sunmak ve dünyadaki ve ülkemizdeki güncel AFD durumunu tartışmaktır. IFE’ler için bir epidemiyolojik değişim söz konusudur ve bu enfeksiyonlarla daha sık karşılaşılmaktadır. Buna bağlı olarak da, antifungaller ile ilgili çalışmalar da artmış, öte yandan AFD sorunu da gündeme oturmuştur. Candida auris ile birlikte görülmüştür ki, mantarların görece “göz ardı edilmesine” bir son verilmelidir.
Appropriate early treatment is crucial for prognosis in invasive fungal infections (IFIs). Antimicrobial susceptibility has generally an important role for treatment options and clinical outcome. “The European Committee on Antimicrobial Susceptibility Testing (EUCAST)” and “The Clinical and Laboratory Standards Institute (CLSI)” defined standard procedures and recommendations on interpretations of minimum inhibitory concentrations (MICs). However, they do not include epidemiological cut-off values (ECOFFs) and/or clinical breakpoints (CBPs) for every fungi and antifungal agent, so only MIC values can be shared to guide clinicians. Microbiological resistance is determined by interpreting the in vitro MICs with comparison of CBPs. There are many mechanisms that lead to antifungal resistance (AFR). There are increasing trends in fluconazole and echinocandin resistance for yeasts and in triazole resistance for molds. Although clinical reflections of these high MICs are sometimes very obvious, there is insufficient data to show in every fungi. Clinical resistance is the event that an infection does not resolve for various reasons despite appropriate treatment, and can be attributed to many reasons. Thus, every infection caused by susceptible organism is not always successfully treated, every infection caused by resistant organism is not always a failure. The aim of this review is to create an overall perspective to antifungal susceptibility testing and notify current condition of AFR worldwide and in our country. As IFIs show epidemiological changes and become more frequently recognized, studies on the use of antifungals have also increased, while AFR has come to the fore as one of the current problems. With Candida auris, it is clear that it is necessary to put an end to the relative “ignorance of fungi”.

LookUs & Online Makale