EPIDEMIYOLOJI RAPORU | |
1. | 1. Bölüm: Genel Bilgiler Selçuk Kılıç, Bekir ÇelebiSayfalar 1 - 20 Coxiella burnetii, vahşi ve evcil memeliler, kuşlar ve kene gibi artropotlar olmak üzere geniş bir rezervuara sahip olan ve tüm dünyada yaygın olarak bulunan bir mikroorganizmadır. Q humması, C.burnetii’nin insanlarda oluşturduğu sistemik bir enfeksiyon hastalığıdır (1,2). Q humması terimi ilk olarak 1935 yılında Avustralya’nın Queensland bölgesindeki mezbaha çalışanlarında ortaya çıkan yüksek ateş ve grip benzeri semptomlarla seyreden hastalığı tanımlamak için Derrick tarafından ileri sürülmüştür. Başlangıçta daha önce bilinen hastalıklar ile klinik benzerlik göstermediği için bu hastalığa Query (soru, bilinmeyen) kelimesinden esinlenerek Q humması adı verilmiştir (3-6). Derrick, deneysel olarak kobaylara enfeksiyonu aktarmış; Burnet ve Freeman da Derrick’in hastalarından alınan kan, idrar ve enfekte kobay örneklerini enjekte ettikleri deney hayvanlarında ateşli bir hastalığı oluşturmuşlardır. Enfekte farelerden alınan dalak kesitlerinin Machavello ile boyalı preparatlarında hücre içinde küçük çomak şeklindeki organizmalar ile dolu vakuoller gözlenmiştir. Araştırmacılar, organizmanın hücre içi yerleşim yeri ve mikroskopik görünümü nedeniyle etkene Rickettsia burnetii ismini vermişlerdir. Queensland bölgesinde beş yıl içerisinde 112’si mezbaha, 26’sı süthane çalışanı olmak üzere toplam 156 olgu tanımlanmıştır (1,3,4,7). 1935 yılında Cox and Davis, ABD Montana eyaletindeki Nine-Mile bölgesinden toplanan Dermacentor andersoni türü kenelerin kobaylarda patojen olduğunu gözlemişler ve kobaylardan Rickettsiae benzeri bir organizma izole etmişlerdir (3,7). Cox, virüs ile Rickettsiae’ların bazı özelliklerini göstermesi ve filtrelerden geçebilmesi nedeniyle bu etkene Rickettsia diasporica adını vermiştir. Cox, 1938 yılında etkeni embriyonlu yumurtada üretmiştir (5-7). Bu dönemde Rocky Mountain laboratuvarında yürütülen çalışmalar esnasında hastalanan bir laboratuar çalışanın kanı kobaya verilerek enfeksiyon oluşturulması etkenin insanlar için de patojen olduğunu kanıtlamıştır (1,3-5,7). Dyer tarafından Avusturalya’da insanlarda Q-humması olarak tanımlanan ajan ile ABD’de kenelerden izole edilen Rickettsia diaporica’nın aynı olduğu gösterilmiştir. Aynı dönemlerde Avusturalya ve ABD’de bakteriyi izole eden Cox ve Burnet’in isimlerine atfen Coxiella burnetii olarak önerilen isim genel kabul görmüştür (3-5). II. Dünya savaşı sırasında Akdeniz Bölgesindeki Alman askeri birliklerinde bronkopnömoni ile karakterize ilk olgular tanımlanmıştır. 1943-44 kışında İtalya, Korsika, Ukrayna, Kırım, Bulgaristan ve Yunanistan’daki askeri birliklerde görülen atipik pnömoni tablosu ile seyreden salgınlar ‘Balkan Gribi’ olarak adlandırılmıştır (3,4,7,8). Alman Askeri birliklerindeki tanımlanmış olgu sayısı 1000’in üzerindedir. Yunanistan ve İtalya’daki İngiliz Birliklerinde sekiz atipik pnömoni salgını gözlenmiştir. Caminepetros, olguların kan ve balgam örneklerindeki Balkan Gribi etkenini deney hayvanlarında izole etmiştir. Balkan Gribinden sorumlu etkenin ABD’de yapılan incelemesinde, bu ajanın Q humması etkeniyle aynı olduğunun kanıtlanması C.burnetii enfeksiyonun Avustralya ve Amerika’ya özgül bir hastalık olmadığını göstermiştir (3,5,7,8). Hastalığın ilk görüldüğü bölgeler ve en sık tanımlandığı meslek grubu nedeniyle Avusturalya Q-humması, mezbaha ateşi, Nine-Mile ateşi ve Balkan gribi gibi isimlerle de anılmaktadır (3-5,8). |
2. | 2. Bölüm: Türkiye’de C.Burnetıı’nin Epidemiyolojisi Selçuk Kılıç, Bekir ÇelebiSayfalar 21 - 31 Ülkemizde hayvanlarda (ruminantlarda) C.burnetii enfeksiyonunun enzootik olduğu kabul edilmesine rağmen, Q hummasının insan ve hayvanlardaki epidemiyolojisi çok az anlaşılmıştır. Hayvanlardaki C.burnetii enfeksiyonu halk arasında “eski hastalık” olarak bilinmektedir (99). Ülkemizde C.burnetii’nin varlığı, Payzın tarafından 1947 yılındaki Q humması salgını ile gösterilmiştir (99,100). Aslında, 1946 yılında Yunanistan’a ihraç edilen 127 kıl keçisinin 12’sinde C.burnetii antikorların Caminepetros tarafından saptanması ülkemizde Q hummasının varlığına yönelik ilk bulgudur (101). Türkiye’deki ilk Q humması salgını ise 1947 yılında Aksaray İli Ozancık Köyünde tanımlanmıştır. Mayısağustos ayları arasında toplam 21 olgu saptanmış ve bölgedeki hayvanlarda serolojik olarak (KBT) Q hummasının varlığı gösterilmiştir. Hastalığın bulaşma yolu kesin olarak belirlenememiş ancak enfekte kene dışkıları ile kontamine yünlerin inhalasyonu ile geliştiği öne sürülmüştür (100). Ülkemizde Q hummasına bağlı bilinen tek ölüm vakası bu salgında yaşlı bir kadında sıtma hastalığına bağlı vasküler yetmezlik nedeniyle görülmüştür (100,102). Q hummasının tanımlanmasıyla birlikte 1948-55 yılları arasında insan ve hayvanlarda C.burnetii’nin yaygınlığı saptamak amacıyla çok sayıda çalışma yapılmıştır. 1948 yılında Ankara menşeili 36 süt örneğinde yürütülen bir çalışmada iki örnekten bakteri izole edilmiştir. İnsanlarda Q hummasının varlığı, altısı Ankara’dan ve biri İzmir’den gönderilmiş hasta serumlarından izolasyon ve farklı nedenlerle Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsüne gönderilmiş hasta serumlarında C.burnetii antikorlarının gösterilmesiyle desteklenmiştir (102,103). Q humması şüpheli ilk klinik vaka 1947 yılı şubat ayında atipik pnömoni tanısı konulan Ankara Numune Hastanesi bakteriyoloğu Dr. Ali Korur’dur. Mikrobiyolojik incelemelerde etken saptanamayan ve penisilin ile sulfonamid tedavisine yanıt vermeyen olguya serolojik testlerle Q humması tanısı konulmuştur (102). 1948- 1953 yılları arasında yurt çapında 20 ilde Q hummalı olguların saptanması o tarihlerde bile hastalığın ülkemizde yaygınlığını gösteren önemli bir bulgudur (Şekil 7). |
EDITÖRE MEKTUP | |
3. | Genetik Kodların Uluslararası Paylaşımı International Sharing of the Genetic Codes Alper AkçalıSayfalar 109 - 110 Makale Özeti | |
ARAŞTIRMA | |
4. | Kistik Ekinokokkozis Tanısında IgE Ve IgG Cevaplarının Korelasyonu The Correlation of IgE and IgG Responses in Diagnosis of Cystic Echinococcosis Gülden Sönmez Tamer, Şeyda ÇalışkanSayfalar 111 - 114 AMAÇ: Bu çalışma kistik ekinokokkozis (KE) ön tanısı alan alerjik semptomlu hastalarda serolojik tanı yöntemlerinin korelasyonunu araştırmak amacıyla yapılmıştır. YÖNTEMLER: Alerjik semptomları olan fzik muayene ve radyolojik incelemeler sonucunda KE ön tanısı alan 48 hastaya ait serum örnekleri toplanmıştır. Bunlarda KE IgG antikorları ELISA (Enzyme Linked Immunosorbent Assay) ve IHA (Indirekt Hemagglütinasyon) testleriyle araştırılmıştır. Ayrıca Echinococcus granulosus’a özgül spesifk IgE, total IgE ve eosinoflik katyonik proteinler de (EKP) ELISA ile değerlendirilmiştir. BULGULAR: ELISA ve IHA sonuçları birlikte değerlendirildiğinde 24 olguda (%50) anti-E. granulosus IgG antikorları saptanmıştır. Spesifk IgE cevabı ile ELISA (r=0,90;p<0,001) ve IHA (r=0,89;p<0,001) sonuçları arasında güçlü bir korelasyon saptanmıştır. Spesifk IgE cevabının KE’ yi saptamadaki duyarlılığı %95,8; özgüllüğü %91,7; pozitif prediktif değeri %92 ve negatif prediktif değeri %95,6 olarak bulunmuştur. Pozitif olguların EKP sonuçları da negatif olgulardan anlamlı bir şekilde yüksektir (p=0,03). SONUÇ: KE’de spesifk IgE yanıtı ile IgG yanıtı arasında güçlü bir korelasyon saptanmış ve hastalığın tanısında IgE’nin de kullanılabileceği düşünülmüştür. |
5. | Üriner Sistem Enfeksiyonlarından İzole Edilen Escherıchıa Colı Suşlarının Siprofloksasin Ve Diğer Antibiyotiklere Karşı Duyarlılıklarının Karşılaştırılması Comparison Of Susceptibility Of Escherichia Coli Strains Isolated From Urinary System Infections To Ciprofoxacin And Other Antibiotics Abbas Yousefı Rad, Selma Bilge, Ayşe FidanSayfalar 115 - 119 AMAÇ: Escherichia coli, üriner sistem enfeksiyonlarının % 90’ına neden olmaktadır. Erişkinlerde üriner sistem enfeksiyonlarının ampirik tedavisinde, sıklıkla siprofoksasin tedavisi tercih edilmektedir. Bu antibiyotiğin kullanımındaki artış bakterilerde bu antibiyotiğe karşı direnç oranında artışa neden olmuştur. Bu çalışmada idrar kültürlerinden izole edilen E. coli suşlarının siprofoksasine karşı direnç oranlarının diğer antibiyotiklerle karşlaştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEMLER: İdrar kültürlerinden izole edilen 677 E. coli suşu, konvansiyonel yöntemler ile tanımlanmıştır. Antibiyotik duyarlılık testleri Vitek-32 (bioMerieux-France) kullanılarak araştırılmıştır. BULGULAR: 677 E. coli suşunun %29,2’si sifrofoksasine dirençli, % 11’i Genişlemiş Spektrumlu Betalaktamaz (GSBL) pozitif olarak bulunmuştur. GSBL pozitif izolatların da %33’ü siprofoksasine dirençli bulunmuştur. Siprofaksasine dirençli olan E. coli suşlarının aynı zamanda ampisiline %91, trimetoprim/sulfametoksazole %58, seftriaksona % 42, amikasine %10 ve nitrofurantoine % 13 dirençli olduğu saptanmıştır. Bununla beraber 677 E. coli suşunun siprofoksasine duyarlılık oranı %70,8 olup bu duyarlı suşların % 2’sinin GSBL pozitif olduğu bulunmuştur. Siprofaksasine duyarlı E. coli suşları; ampisiline %54, trimetoprim/sulfametoksazole %31, seftriaksiona % 2, nitrofurantoine %3,3 ve amikasine %2,5 dirençli bulunmuştur. GSBL üreten ve üretmeyen E. coli suşları; siprofaksasine karşı direnç açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmuştur (p<0,01). SONUÇ: İdrar yolu enfeksiyonlarından izole edilen dirençli suşlar sıklıkla çoklu direnç gösterdiğinden, ampirik tedavide antibiyotik duyarlılık test sonuçları göz önünde bulundurularak antibiyotik seçimi yapılmalıdır. |
6. | Türk Erkeklerinde Prostat Kanseri Tanısında Serbest/Total Prostat Spesifik Antijen Oranının Tanısal Yeterlilik Bakımından Değerlendirilmesi Ve Uygun Cut Off Değerinin Araştırılması Evaluation of the Diagnostic Value of Free/Total Prostate Specifc Antigen for Prostat Cancer in Turkish Males, Investigating the Appropriate Cut off Value Birsen Sahillioğlu, Gönül Erden, Serpil Erdoğan, Mustafa Metin YıldırımkayaSayfalar 121 - 125 AMAÇ: Serum total prostat spesifk antijen (PSA) değeri 4-10 ng/mL arasında bulunan hastalarda, prostat kanseri (PCa) ve benign prostat hipertrofsi (BPH) ayrımında, serbest/ total PSA oranının tek başına total PSA kullanımından daha faydalı olduğu bildirilmektedir. Ancak bildirilmiş cut off değerleri arasında farklar bulunabilmektedir. Bu çalışmada labo-ratuvara başvuran hastalar için serum serbest/total PSA oranı cut off değeri tayini amaçlanmıştır. YÖNTEMLER: Bu çalışmada, yaşları 56-84 arasında değişen (ortalama±S.D.; 68.1±6.8), total PSA değerleri 4-10 ng/mL arasında bulunan, TRUS+PBx (transrektal ultrasonograf eşliğinde sistematik prostat biyopsisi) ile elde edilen patolojik tanılarına göre ayrımı yapılan, 31 BPH ve 20 PCa’lı hastada serum total ve serbest PSA düzeyleri kemilüminesans mikropartikül immunokimyasal (CMIA) yöntem (Architect i2000, Abbott) ile tayin edilmiştir. Bu parametrelerin ve serbest/total PSA oranının duyarlılık, özgüllük, pozitif ve negatif kestirim değerleri, ROC (receiver operating characteristic-nispi işlemleme özelliği) analizleri ve aralarındaki uyumluluk çalışmaları yapılmıştır. BULGULAR: Serum serbest/total PSA oranı ortalama değeri, PCa’lı olgularda 0.19 (0.01-0.60) iken, BPH grubunda 0.25 (0.10-0.48) bulunmuştur (p<0.05). ROC analizinde eğri altındaki alan serbest/total PSA için 0.707 (p=0.013) iken total PSA için 0.557 (p=0.493) olarak bulunmuştur. Serum serbest/total PSA oranı için cut off değeri 0.17 olarak alındığında, duyarlılık %70, özgüllük %75 iken cut off değeri 0.18 olarak alındığında, duyarlılık %70, özgüllük %68 olarak saptanmıştır. SONUÇ: PCa tanısında serum serbest/total PSA oranının kullanımının, tek başına total PSA kullanımından daha yüksek duyarlılık ve özgüllüğe sahip olduğu ve serbest/total PSA oranı için 0.17 cut-off değeri alındığında, PCa ve BPH arasında ayırımı kolaylaştırabileceği ve gereksiz biyopsileri azaltabileceği kanısına varılmıştır. |
7. | Isparta İli’ndeki Sağlık Ocaklarında Kullanılan Gebe-Lohusa İzlem Fişlerinin Kayıt Yeterlilik Durumu Ve Verilen Hizmet Yeterliliğinin Değerlendirilmesi Registration Effciency of The Pregnancy-Childbed Follow Up Cards Used in Isparta City Primary Health Centers and Determination of the Suffciency of the Service Raziye Özdemir, Ahmet Nesimi Kişioğlu, Mustafa Öztürk, Ersin Uskun, Fehmi ÖzgünerSayfalar 127 - 134 AMAÇ: Ülkemizde, ilgili yasa ve buna bağlı olarak düzenlenen yönergeler gereğince doğum öncesi ve sonrası bakım hizmetleri Gebe-Lohusa İzlem Fişleri (GİF) yardımıyla yapılır. Çalışmada Isparta İlindeki GİF kayıtlarının incelenmesi, kalitesinin ortaya konulması, eksiklikler varsa hangi bilgilerin toplanmasında daha çok zorlanıldığı, ülkemizin diğer bölgelerindeki benzer çalışmalarla karşılaştırılması ve konunun tartışılması amaçlanmıştır. YÖNTEMLER: Çalışmada Isparta İl Merkezi’nde bulunan 18 sağlık ocağında bir yıl içinde doğum yapmış kadınlara ait 1587 GİF incelenmiştir. Veriler, istatistik paket programı ile analiz edilmiştir. BULGULAR: GİF’lerde bulunan demografk bilgiler, ilk tespit zamanı ve izlem sayıları, gebelerin genel risk faktörlerine göre izlem ortalamaları, izlemleri sırasında yapılan işlemlerin kaydedilme durumları tespit edilmiştir. Gebe ve lohusa izlemleri sırasında yapılması gereken işlemlerin tümünün bir arada ve en az bir kez yapıldığı gebe sayısı 79 (% 5.0) olarak bulunmuştur. Doğum öncesi dönemde en fazla beslenme konusunda (% 80.0); lohusalık döneminde ise en fazla aile planlaması konusunda eğitim verildiği (% 71.0) tespit edilmiştir. SONUÇ: Eksiklikler, ülkemizdeki diğer kayıt çalışmalarıyla kıyaslanarak tartışılmıştır. Eksikliklerden bazılarının fşi dolduran kişinin görevini tam olarak yapamaması, özellikle daha detaylı bilgi gereken durumların bilgi eksikliğinden kaynaklanabileceği düşünülmüştür. |
OLGU SUNUMU | |
8. | Plasmodıum Falcıparum Ve Plasmodıum Vıvax’ın Etken Olduğu İmporte Sıtma Olgusu An Imported Case Of Mixed Malaria Caused By Plasmodium Falciparum And Plasmodium Vivax Gülden Sönmez Tamer, Devrim Dündar, Yusuf YazıcıoğluSayfalar 135 - 138 Plasmodium türlerinin neden olduğu sıtma, dünyada ve Türkiye’de önemini koruyan paraziter bir hastalıktır. Ülkemiz kaynaklı sıtma olguları Plasmodium vivax türüne ait olup, bu tür dışında kalan sıtma olguları importe vakalar olarak değerlendirilmektedir. Ülkemizde sık görülmemesi nedeniyle burda, Gana kaynaklı klorokine duyarlı Plasmodium falciparum ve P. vivax’ın birlikte saptandığı miks sıtma olgusu sunulmuştur. |
DERLEME | |
9. | Amebiyaz Ve Virulans Faktörlerinin Entamoeba Histolytica Patogenezindeki Rolü Amebiasis and the Role of Virulance Factors in Entamoeba histolytica Pathogenesis Semra Özçelik, Erdoğan MalatyalıSayfalar 139 - 148 Amebiyaz, özellikle sanitasyonun eksik olduğu gelişmekte olan ülkelerde sık görülen önemli bir halk sağlığı problemidir. Hastalığın kliniği parazitin bağırsak yüzeyine ve diğer tabakalarına yayılmasıyla ortaya çıkar. Bununla birlikte parazit karaciğer, beyin gibi diğer organlara da yerleşerek apse oluşturabilir. Parazit genomunun dizilenmesi, antisens gen inhibisyonu ve gen susturulması gibi moleküler yöntemlerin kullanılması sonucu parazitin patogenezinin anlaşılmasında büyük gelişmeler sağlanmıştır. E. dispar’ ın 1993’de morfolojik olarak benzer fakat apatojen bir tür olarak tanımlanmasından sonra, aralarındaki genomik düzeydeki farklar virülans faktörlerinin açıklanmasında önemli bir yer tutmaktadır. Son çalışmalar ışığında E.histolytica’da dört grup virulans faktörü tanımlanmıştır. Bunlar; adezyon molekülleri, amebaporlar, sistein proteinazlar ve lipofosfopeptidoglikan yüzey kompleksleridir. Bu faktörlerin lezyonun gelişimi sırasındaki rolleri bu derlemenin temel konusunu oluşturmaktadır. Ayrıca, parazit ve konak hücre etkileşimleri burada özetlenmiştir; bu etkileşimin açıklanması infamasyon ve programlı hücre ölümünün gerçekleşmesindeki en önemli noktadır. Son yıllarda parazitin patogenezi hakkında daha fazla bilgi edinilmesine rağmen cevap bekleyen birçok soru bulunmaktadır. Bunların başında parazitin enkistasyonu, infamasyon gelişimi, apopitotik ve nekrotik hücre ölümü gelmektedir. Ayrıca, parazitin yerleşim yerine göre farklı klinik belirtiler vermesi, açıklanması gereken bir diğer konudur. Bu nedenle, E. histolytica patogenezinin daha iyi anlaşılması için yeni çalışmalara ve gerçekçi hayvan modellerine ihtiyaç vardır. |
10. | Gıda Zehirlenmelerinde Etken Faktörler Effcient Factors for Food Poisoning Fügen Durlu Özkaya, Menekşe CömertSayfalar 149 - 158 Günümüzde gıda zehirlenmelerinin azalması için güvenli gıda üretimi ve gıda hijyeni konularına dikkat edilmesi gerekmektedir. Güvenli gıda üretimi gıdaların fziksel, kimyasal ve biyolojik olarak değerlendirilen etmenlerden arındırılarak, üretim sırasında belirli kontrollerin yapıldığı uygulamalardır. Gıda hijyeni ise, herhangi bir gıdanın temiz, bozulmamış yani içerisinde sağlığa zarar verecek herhangi bir madde bulundurmaması ve hastalık etmenlerinden arındırılmış olması demektir. Gıda hijyeninin sağlanması hazırlanacak yiyeceklerin ham maddelerinin satın alınmasından başlayarak dikkat edilmesi gereken bir süreçtir. Son yıllarda tüketiciler gıda konusunda bilinçlenerek sağlıklı ve güvenli gıda arayışı içerisine girmiştir. Bu nedenle, üreticilerin bu durumu dikkate alarak üretim yapmaları zorunluluk haline gelmiştir.Bu derleme, tüketicileri ve gıda üretimi alanında çalışanları gıda zehirlenmeleri konusunda bilgilendirmek amacıyla hazırlanmıştır. Gıda zehirlenmelerinde etken faktörlerin yanı sıra gıdalarda risk oluşturan etmenler de irdelenmiştir. |