ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Türk Hijyen ve Deneysel Biyoloji Dergisi - Turk Hij Den Biyol Derg: 67 (4)
Cilt: 67  Sayı: 4 - 2010
ARAŞTIRMA
1.
Kütahya’da Vajinal Akıntılı Olgularda Trichomonas vaginalis Görülme Sıklığının Klasik Mikroskobi ve Nükleik Asit Hibridizasyon Yöntemleriyle Araştırılması
A survey of prevalence of Trichomonas vaginalis in cases with vaginal discharge in Kütahya by classic miscroscopy and DNA hybridization
Cihangir Akdemir, Nadi Keskin, Hakan Çoksüer
Sayfalar 161 - 166
AMAÇ: Trichomonas vaginalis trofozoitlerinin ürogenital sistemde tutulum göstermesiyle meydana gelen paraziter bir hastalık olan trichomoniasisin teşhisi çeşitli kültür, serolojik, moleküler ve mikroskobik yöntemlerle yapılabilmektedir. Parazit sadece cinsel yolla bulaşmayıp aynı zamanda ortak kullanılan iç çamaşır ve mayo, yüzme havuzları ve alafranga tuvaletlerle de bulaşabilir. Bu çalışmada Kütahya’da vajinal akıntılı olgularda T.vaginalis’in yaygınlığı araştırılmış ve aynı zamanda teşhiste kullanılan yöntemlerin etkinlikleri de değerlendirilmeye çalışılmıştır.
YÖNTEMLER: Dumlupınar Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniğine 2006-2008 yılları arasında müracaat eden ve muayene esnasında arka forniksten steril pamuk eküvyon ile vajinal sekresyon örnekleri alınabilen 237 kadın hastada T.vaginalis araştırılmıştır. Her hasta için steril pamuk eküvyonlarla alınan örnekler DNA hibridizasyon testi (Affirm™ VPIII, Becton Dickinson and Company, Sparks, MD), nativ mikroskobik ve giemsa boyalı mikroskobik yöntemlerle incelenmiştir.
BULGULAR: Hastaların yaşı 18-53 arasında olup ortalaması 40.2 (± 11.4) olarak belirlenmiştir. İncelenen hasta numunelerinde nativ mikroskobik yöntemle 18 (% 7.6), giemsa boyalı mikroskobik incelemeyle 17 (%7.2), Affirm™ VPIII ile olan incelemede ise 19’unda (%8) T.vaginalis tespit edilmiştir. Nativ mikroskobik incelemede hareketli, giemsalı preparatlarda tespit edilerek boyanmış T.vaginalis trofozoitlerinin görülmesiyle parazitin varlığı saptanmıştır. Affirm™ VPIII ile olan incelemede parazite ait sekanslar yakalama ve renklendirme problarının renk değiştirmesiyle kolorimetrik olarak gözlenmiş ve müsbet veya menfi olarak değerlendirilmiştir. Yapılan istatistiki incelemede (SPSS 13.0) teşhis yöntemlerinin etkinlikleri arasındaki fark anlamlı bulunamamıştır (p>0.05).
SONUÇ: Kütahya’da kadınlarda T.vaginalis’in yayılımı ilk kez araştırılmış olup hastaların %8’inde parazit tespit edilmiştir. Epidemiyolojik çalışmalarda rast gele seçilen kadın populasyonundaki prevalansın %5-25 olarak kabul edilmesi nedeniyle Kütahya’daki yayılımının daha yüksek olabileceği düşünülmektedir. Kullanılan teşhis yöntemlerinin etkinlikleri arasında fark anlamlı bulunmamıştır (p>0.05). Kültür vasatları yardımıyla T.vaginalis enfeksiyonun teşhisi altın standart olarak kabul edilmekle birlikte kesin teşhis süresi bir haftaya kadar uzayabilmektedir. Gebelerde meydana gelebilecek maternal ve perinatolojik komplikasyonların erken dönemde önlenebilmesi için kısa sürede sonuç veren yöntemlere ihtiyaç duyulması nedeniyle DNA hibridizasyon yöntemi gibi hızlı testler de kullanılmaktadır. Yöntemin iki saat içerisinde sonuç vermesi, deneyimli personel ve ekipmana ihtiyaç duyulmadan çalışabilmesi avantaj, maliyetinin mikroskobik ve diğer kültür yöntemlerine göre yüksek olması da dezavantaj olarak değerlendirilmiştir.
OBJECTIVE: The diagnosis of trichomoniasis, which is a parasitic disease caused by Trichomonas vaginalis trophozoites inhabiting urogenital system, can be carried out through various serologic, molecular, and microscopic means. The transmision of this parasite is caused not only by sexual activity but also shared use of underclothes, swimsuits, swimming pools, and toilets. This study explores prevalence of T.vaginalis among medical cases involving vaginal discharge in the city of Kütahya and compares diagnosis methods of DNA hybridization, and, native and stained microscopic examinations.
METHODS: For this purpose, a search for T.vaginalis was carried out in 237 patients with complaints involving vaginal discharge whose vaginal secretion specimens could be taken by a sterile cotton swab from posterior vaginal fornix during medical examinations at Dumlupinar University Faculty of Medicine Hospital, Obstetrics and Gynecology Polyclinic over the years from 2006 through 2008. Samples were analyzed by DNA hybridization test (Affirm™ VPIII, Becton Dickinson and Company, Sparks, MD), and microscopic examination of native and Giemsa stained preparations.
RESULTS: Out of 237 samples taken from patients with an average age of 40.2 (±11.4), 18 (7.6%) were found to be positive for T.vaginalis under native microscopic examination and 17 (7.2%) giemsa colored examination, whereas, Affirm™ VPIII examination positive results amounted to 19 (8%). In native microscopic examination, the existence of the parasite is found by observation of moving T.vaginalis trophozoites which had been stained in giemsa preparations. In Affirm™ VPIII examination, resulting images were observed colorimetrically through changes in coloring probs; and grouped as either positive or negative. Statistical analysis (SPSS 13.0) of data produced no meaningful difference between diagnostic methods used (p>0.05).
CONCLUSION: Prevalence of T.vaginalis among women in Kütahya is studied for the first time and 8% of them were found to be hosting the parasite. In epidemiological studies among randomly selected female subjects prevalence varied from 5 to 25%, therefore, the prevalence among all the women of the city might be higher. No meaningful difference appeared between diagnostic methods used (p>0.05). Though the diagnosis of T.vaginalis infection with the help of cultured media is acknowledged as the golden standard, the duration of exact diagnosis may extend up to a week. A faster method is needed in pregnant women to prevent maternal and perinatologic complications, and quick tests like DNA hybridization are also employed. This test has the advantage of producing results within two hours, and operability without experienced personnel and other equipment; while having the disadvantage of higher operational costs compared to microscopic and other cultured media methods.

TÜM DERGİ
2.
2010-4 Basılmış Tüm Dergi
Full Printed Journal

Sayfalar 161 - 216
Makale Özeti |Tam Metin PDF

ARAŞTIRMA
3.
Kaynak Sularının Fiziksel ve Kimyasal Kaliteleri Üzerine Bir Araştırma
An İnvestigation on the Physical and Chemical Quality of Spring Waters
Zöhre Seray Dönderici, Aytaç Dönderici, Fesem Başarı
Sayfalar 167 - 172
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı laboratuarımıza 2009 yılı içinde gelen kaynak sularının fiziksel ve kimyasal kalitelerinin incelenmesidir.
YÖNTEMLER: Laboratuarımıza gelen kaynak suları ilgili standartlara göre çalışılmış ve ‘‘İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmelik’’ kriterlerine göre değerlendirilmiştir.
BULGULAR: İncelenen kaynak sularının 2’sinde (% 3.2) bulanıklık saptanmış olup; 3’ünde bromat (%4.9), 1’inde bor (%6.7), 1’inde mangan (%5.6), 1’inde arsenik (%5.6) yönetmelik mevzuat değerinden daha yüksek bulunmuştur.
SONUÇ: Bromat miktarının yüksek bulunması ozonlama ile ilişkilidir. Bor, mangan ve arsenik bulunması ise sağlık açısından tehlikeli bir kirlilik belirtisidir.
OBJECTIVE: The aim of this study was to analyse the chemical and physical qualities of spring water coming to labaratory in 2009.
METHODS: The spring waters coming to labaratory were studied related to standards and evaluated according to criterion of ‘‘Regulation on the Quality of Water Intended for Human Comsumption’’.
RESULTS: In spring warters analysed were found 3 bromate (%4.9), 1 boron (6.7), 1 manganese (%5.6) and 1 arsenic (%5.6) which was higher than regulation rates. It was assigned turbidity in 2 (%3.2) samples.
CONCLUSION: Being found of bromate rates high was related to ozonize. And found of boron, manganese and arsenic was a symptom of a dangerous pollution in terms of health.

4.
EPİTELYAL OVER KARSİNOMLARINDA PCNA EKSPRESYONU
PCNA Expression in Epithelial Ovarian Carcinomas
Faruk Abike, Sema Zengeroğlu
Sayfalar 173 - 178
AMAÇ: PCNA’nın immunohistokimyasal olarak saptanması hem aktif DNA replikasyonunu hem de karsinogenez ile sonuçlanan DNA hasarını göstermektedir. PCNA hematolojik maligniteler, gastrointestinal sistem maligniteleri, meme, cilt, akciğer ve üriner sistem malignitelerinde proliferasyon belirteci olarak başarılı bir şekilde kullanılmıştır. Bu çalışmada kolorektal ve mesane karsinomlarında proliferasyonu gösteren PCNA’nın, epitelyal over karsinomlarında tümör proliferatif indeksi olarak kullanabilirliğinin incelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Yaşları 17-82 arasında, epitelyal over karsinom tanısı alan 60 olguya ait materyallerin rutin patolojik işlemlerden sonra streptoavidin-biotin ortamında, primer antikorları ile PCNA immünreaktivitesini ve PCNA indekslerini değerlendirilmiştir.
BULGULAR: : PCNA immünreaktivitesi ve indeksleri ile epitelyal over karsinomları arasında stage, grade ve lenf nodu tutulumu ile korelasyon araştırılmıştır. Tümörlerin grade dağılımının % 26 (n=16) grade 1, % 31 (n=19) grade 2, % 43 (n=25) grade 3 olduğu belirlenmiştir. Histolojik tümör tipleri ile PCNA pozitifliği arasında anlamlı bir istatistiksel ilişki saptanamamıştır (p>0,05). PCNA indeksleri, müsinöz karsinomlarda seröz karsinomlara oranla anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p<0,001). Grade ve stage arttıkça PCNA indeksleri de anlamlı oranda artmaktadır (p<0,001). PCNA indeksleri ile lenf nodu tutulumu arasında anlamlı bir istatistiksel ilişki saptanamamıştır (p>0,05).
SONUÇ: Epitelyal over karsinomlarında stage ve grade artışına paralel olarak PCNA immünreaktivitesi ve indekslerinde artış saptanırken, lenf nodu tutulumu ile PCNA arasında ilişki saptanamamıştır. PCNA, epitelyal over karsinomlarında tümör proliferasyon indeksi olarak anlamlı sonuçlar vermekle beraber klinik kullanım için daha geniş çalışmalar yapılması gereklidir.
OBJECTIVE: Immunohistochemical detection of PCNA shows active DNA replication and DNA damage resulting in carcinogenesis as well. PCNA has been used successfully as a marker of proliferation in hematologic malignancies, gastrointestinal malignancies, breast, skin, lung and urinary tract malignancies. In this study, it was aimed to determine the possibility of using PCNA, which shows proliferation in colorectal and bladder carcinomas, as tumor proliferation index in epithelial ovarian carcinomas.
METHODS: Sixty patients, in the age of 17-82 diagnosed with epithelial ovarian carcinoma using routine pathologic materials after operations in streptoavidin-biotin medium, proliferating cell nuclear antigen immunoreactivity and PCNA indexes were evaluated with the primary antibodies.
RESULTS: The correlation between the epithelial ovarian carcinomas and PCNA immunoreactivity and indexes with the stage, grade and lymph node involvement was investigated. It was determined that the grade distributions of tumors were 26 % (n = 16) as grade 1, % 31 (n = 19) as grade 2 and 43% (n = 25) as grade 3. There was no statistically significant relationship between the histological tumor types and PCNA positivity (p> 0,05). PCNA indexes were found significantly
Türk Hijyen ve Deneysel Biyoloji Dergisi 2010; 67 (4): 173 - 178
173
Cilt 67 < Sayı 4 < 2010
174 Türk Hijyen ve Deneysel Biyoloji Dergisi
Kadınlarda kanserden ölüm nedenleri arasında
beşinci sırada, jinekolojik kanserler arasında birinci
sırada bulunan over kanserine her yıl yaklaşık
100.000 kadından 15-25’i yakalanmaktadır (1-3).
Over kanserlerinin yaklaşık % 90’ı çölomik epitelden
ve mezotelden gelişmektedir. Neoplazik dönüşüm
hücrelerin genetik olarak onkogenlere yatkın olması
ve/veya onkojenik ajanlara maruz kalması sonucu
oluşmaktadır (4-8).
Miyachi ve arkadaşları 1978 yılında,
proliferasyondaki hücrelerin nükleusunda bulunan
bir antijen ve bununla reaksiyon veren antikor
bulmuşlardır. Buna ‘’Prolifere olan hücre nükleer
antijeni-proliferating cell nuclear antigen-(PCNA)’’
adını vermişlerdir. Daha sonra siklin’in de aynı
peptid olduğu anlaşılmıştır. PCNA’nın 262 aminoasit
sekanslı bir yapısı vardır. İlk olarak 1978’de sistemik
lupus eritamatozisli bir hastanın serumunda tespit
edilmiştir (9-15).
PCNA’nın immunohistokimyasal olarak saptanması
hem aktif DNA replikasyonunun hem de karsinogenez
ile sonuçlanan DNA hasarını göstermektedir. PCNA
ekspresyonu düzensiz hücre proliferasyonun bir
göstergesi olarak kullanılabilir. Ancak proliferasyon
belirteçleri ile karşılaştırıldığında yüksek oranda
ilişkisiz sapmalar gösterebilmektedir (14-17).
PCNA hematolojik maligniteler, gastrointestinal
sistem maligniteleri, meme, cilt, akciğer ve üriner
sistem malignitelerinde proliferasyon belirteci olarak
başarılı bir şekilde kullanılmıştır ve bu kanserlerde
bazı merkezlerde PCNA tanıyan antikor olan PC10
kullanıma girmiştir (10,11,15,16).
Bu çalışmamızda, proliferasyon belirteçi olan
PCNA’nin gastrointestinal, meme ve hematolojik
kanserler de proliferasyonu başarılı şekilde göstermesi
nedeniyle “epitelyal over karsinomlarında” evre,
grade, lenf nodu tutulumu ve tümörün histolojik tipi
ile ilişkisi araştırılmıştır. Çalışmamızda mesane ve
kolorektal kanserlerde proliferasyon belirteci olarak
kullanılan PCNA’nın, epitelyal over karsinomlarında
tümör proliferatif indeksi olarak kullanabilirliğinin
incelenmesi amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM
Ankara’da bulunan Bayındır Hastanesi’ne Ocak
1996 ve Ocak 2000 tarihleri arasında epitelyal over
karsinomu tanısı alan, yaşları 17-82 arasında değişen
60 olgunun parafin blok ve lamları değerlendirildi.
Olgular ameliyat edildiğinde ameliyat sonrası
materyaller % 10’luk formalinle fikse edilerek
patoloji laboratuvarına gönderilmiştir. Patoloji
laboratuvarında materyaller rutin doku takip
işlemlerinden geçirildikten sonra parafin bloklar
hazırlanmış ve bu bloklardan 5 mm’lik kesitler alınarak
hematoksilen eozin ile boyanarak değerlendirilmiştir.
Tümörler klinik özellikleri korele edilerek grade,
evre, metastaz ve tümör tipi açısından ele alınmış,
DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) ve FIGO (The International
Federation of Gynecology and Obstetrics kriterlerine
göre sınıflandırılmıştır (18,19).
GİRİŞ
EPİTELYAL OVER KANSERLERİNDE PCNA
higher in mucinous carcinomas than in serous carcinoma (p <0,001). As grade and stage of the tumors are getting higher,
PCNA indexes are higher significantly too (p <0,001). Between the PCNA indexes and lymph node involvement no statistically
significant relationship (p> 0,05) was determined.
CONCLUSION: In epithelial ovarian carcinomas, it was determined that as stage and grade were increased, PCNA
immunoreactivity and indexes were also increased. On the other hand, the relationship between PCNA and lymph node
involvement were not observed. PCNA, as a tumor proliferation index of epithelial ovarian carcinoma have been showed
significant results in this study, further studies are needed for clinical use.

5.
VAN İLİNDEKİ ÖZEL BİR TIP MERKEZİNE BAŞVURAN DOĞURGANLIK ÇAĞINDAKİ KADINLARDA RUBELLA DUYARLILIĞININ ARAŞTIRILMASI
Investigation of Rubella Susceptibility Rate Among Women of Childbearing Age in a Private Medical Center, Van Province, Turkey
Ahmet Karakaş, Türker Türker, Erol Arslan, Vedat Turhan
Sayfalar 179 - 184
AMAÇ: Bu çalışmada, Mayıs 2006- Nisan 2008 tarihleri arasında Van ilindeki özel bir tıp merkezine başvuran 15-49 yaş aralığındaki kadınlarda rubella duyarlılık düzeyini belirlemeyi amaçladık. Bu değerlendirme, Van ilindeki rubella duyarlılık düzeyi hakkında güncel fikir vermesi yönü ile önemlidir.
YÖNTEMLER: Tanımlayıcı tipteki bu çalışmada; Mayıs 2006 - Nisan 2008 tarihleri arasında iki yıl süre ile Van İli merkezinde bulunan özel bir tıp merkezinin mikrobiyoloji laboratuarına gönderilen ve yaşları 15-49 arasında değişen doğurganlık çağındaki kadınlara ait rubella IgG antikor sonuçları retrospektif olarak incelendi. Yaşa spesifik duyarlılığı belirlemek için olgular 15-19, 20-24, 25-29, 30-34, 35-39, 40-44 ve 45-49 olmak üzere farklı yaş gruplarından oluşan yedi gruba ayrılarak değerlendirildi. Polikliniklere değişik şikayetlerle başvuran kadınlardan kan örnekleri alındı ve serumlar mikropartikül enzim immunoassay yöntemiyle çalışıldı. Sonuçlar üretici firmanın önerileri doğrultusunda negatif, sınır değer ve pozitif olarak sınıflandırıldı. Verilerin tanımlanmasında sayı, yüzde, ortalama ve standart sapma değerleri kullanıldı.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 378 kadının yaş ortalaması 29,50±5,91 (yaş aralığı 15-49 yıl) idi. Bunların %91.5’i (n=346) 20-39 yaş aralığında idi. Rubella IgG, olguların %2,4’ünde (n=9) negatif, %2,4’ünde (n=9) sınır değerde ve %95,2’sinde (n=360) pozitif bulundu. Rubella duyarlılığı 15-19 grubunda %18,2, 20-24 yaş grubunda %5,6, 25-29 yaş grubunda %3,3, 30-34 yaş grubunda %2,2, 35-39 %7,5, 40-44 yaş grubunda %10, 45-49 yaş grubunda %0 olarak bulundu.
SONUÇ: Türkiye’nin doğusundaki büyük illerden birisi olan Van ili merkezindeki özel bir tıp merkezine başvuran doğurganlık çağındaki kadınların %4,8’inin rubellaya karşı duyarlı olduğu ve dolayısı ile doğumsal rubella sendromlu çocuk doğurma açısından risk altında olduğu saptanmıştır. Gebelik öncesi aşılama yapılması, gebelik sırasında saptanan seronegatif kadınların da gebelik sonrası aşılanması doğumsal rubella sendromuna karşı koruma sağlaması açısından önemlidir. Bu çalışmada elde edilen veriler, 2006 yılında çocukluk çağı rutin aşılama takvimine dahil edilen Kızamık Kızamıkçık Kabakulak aşısının ilerleyen yıllarda etkinliğinin değerlendirilmesi aşamasında önemli olacaktır.
OBJECTIVE: In this study, we aimed to determine rubella susceptibility rate in women who were between the ages 15-49, and that admitted to a private medical center in the city of Van between May 2006 and April 2008. The significance of this study is that it provides an insight to current rubella sensitivity level in the city of Van.
METHODS: In this definitive study, rubella IgG antibody results for childbearing age women who were between the ages of 15 and 49 refered to the microbiology laboratory of a private medical center in the city center of Van between May 2006 and April 2008 were retrospectively analyzed. In order to determine age specific sensitivity, cases were divided into seven separate groups forming seven distinct age intervals, 15-19, 20-24, 25-29, 30-34, 35-39, 40-44, and 45-49. Blood samples were collected from women who went to polyclinics for various reasons, and sera were analyzed using microparticle enzyme immunoassay method. During analyses, rubella IgG antibody titres were classified negative, equivocal, and positive in accordance with manufacturer analysis criteria. Amount, percentage, average and standard deviation values were used in defining the data.
RESULTS: The mean age of these 378 women who were included in the study was 29,50 ±5,91 (ranging from 15 to 49). Among these, 91,5% (n=346) was between the ages of 20 and 39. Rubella IgG was found negative in 2,4% (n=9) cases, found equivocal in 2,4% (n=9) cases, and found positive in 95,2% cases. Rubella susceptibility was found 18,2% in the age group of 15-19, 5,6% in the age group of 20-24, 3,3% in the age group of 25-29, 2,2% in the age group of 30-34, 7,5% in the age group of 35-39, 10% in the age group of 40-44, and 0% in the age group of 45-49.
CONCLUSION: It has been determined that 4,8% of fertile women who went to a private medical center for a treatment in the city of Van, which is one of the largest cities in eastern Turkey are sensitive to rubella and so are under risk in terms of delivering babies with congenital rubella syndrome. Vaccination before pregnancy and also vaccination after the pregnancy for those women who have seronegative is critical with the fact that it prevents against congenital rubella syndrome. In the upcoming years, results obtained with this study will help consider effects of Measles-Mumps-Rubella vaccine that were included in routine childhood vaccination schedule in 2006.

OLGU SUNUMU
6.
BİR SÜREDİR TÜRKİYE’DE YAŞAYAN NİJERYALI BİR ÖĞRENCİDE SCHISTOSOMA HAEMATOBIUM ENFEKSİYONU
Schistosoma haematobium Infection in a Nigerian Student Residing in Turkey for a Period
Süleyman Yazar, Ozan Yaman, Ülfet Çetinkaya, Berna Hamamcı, Muhittin Kaya
Sayfalar 185 - 188
İnsanda hastalık oluşturan Schistosoma türlerinden biri olan Schistosoma haematobium, genitoüriner sistem venlerinde yerleşir ve yumurtalarını mesane, üreterler ve genital organ venlerine bırakır. Şistozomiyazis, özellikle Nil Vadisi’nde sık olmak üzere daha çok Afrika ülkelerinde görülmektedir. İki yıldır Türkiye’de yaşayan ve yedi yıldır hematüri şikâyeti olan 17 yaşındaki Nijeryalı bir öğrencinin idrar sedimentinde mikroskobik inceleme ile S. haematobium yumurtası tespit edilmiştir. Hastanın tedavisinde Praziquantel tablet tek doz olarak (40 mg/kg) uygulanmıştır. Ayrıca açık alanlara, özellikle de sulak yerlere idrar yapmaması önerilmiştir. Tedavi sonrasında ülkemize döndüğünde yapılan kontrollerinde üriner şikâyetlerinin geçtiği belirlenmiştir. İdrar incelemesinde S. haematobium yumurtası, idrarda eritrosit ya da herhangi bir patoloji saptanamamıştır. Bu olgu sunumunda ülkemizde nadir rastlanan ve genellikle yurtdışından gelen kişilerde görülen S. haematobium’un klinik ve epidemiyolojik önemi tartışılmıştır.
Schistosoma haematobium, one of the species of Schistosoma that causes disease in humans, locates in the genitourinary system veins and leaves its eggs in the bladder, ureters and genital veins. Schistosomiosis is mostly seen in African countries, especially at Nile valley. S. haematobium eggs have been found in the urine sediment by microscopic analysis of a 17 years-old Nigerian student who lives in Turkey for two years and have been suffering from hematuria for seven years. A single 40 mg/kg dose of praziquantel (tablet) was administered to the patient for treatment of schistosomiosis. Further, the patient was told not to urinate in open areas, especially close to water sources. It was determined that the urinary complaints of the patient were terminated, when he came back to Turkey, after the treatment. Examination of his urine showed no eggs of S. haematobium, erythrocyte or any other pathology. In this case report we discuss the importance of the epidemiological and clinical significance of S. haematobium that is rarely determined in our country and more generally found in foreigners from some African countrie

DERLEME
7.
Araştrımada Sorumluluklar: Sponsorların Rolü
Responsibilities in Research: The Roles of Sponsors
Dirce Guilhem, Luciana Neves Da Silva Bampi, Roberto Cañete Villafranca
Sayfalar 189 - 197
Türkçesi Bölüm editörünce yapılacak
The principle of responsibility assumed special status in the contemporary scenery besides de emergence of the conception related to necessity of public control of the scientific practice. The aim of this paper was to reflect about the roles carried out by sponsors from different institutions, national and international organizations, and pharmaceutical industries when moral conflicts emerge in this context. The complexity in the daily practice of researches involving human subjects points out the obligation to enlarge the panorama of the discussion on this theme, including several social and institutional partners. In this specific case became necessary to know the potential sponsors, exceeding the question concerning to the pharmaceutical industry. The most frequent sponsors listed in the literature were: the pharmaceutical industry, specially related to international research for development of new drugs, vaccines and medical products and equipments; international organizations in the case of epidemiological studies, drugs and vaccines for neglected diseases and research strengthening capabilities; national organizations working with specific health problems of the countries or regions populations; and research and academic institutions that have their own policies for research. This paper assumes the position that an ethical conduct during the preparation, development and dissemination of a research protocol results need to be shared between different partners. However, the sponsors have a crucial role to maintain the integrity of researches, to guarantee the protection of volunteers and society at large.

8.
Kenelerden Korunmak Amacıyla Kullanılan Repellent (Kovucu) Maddeler Ve Toksikolojik Değerlendirilmesi
Repellent Compounds Used For Protection From Ticks And Their Toxicological Evaluation
Oral Dinler, Oğuzhan Yavuz
Sayfalar 199 - 212
Keneler, insanlarda ve hayvanlarda son derece tehlikeli hastalıkların vektörüdür ve kenelerle mücadele ülkemizde Kırım Kongo Kanamalı Ateşi Hastalığının ortaya çıkmasıyla daha da önem kazanmıştır. Repellent (kovucu) özellikteki maddeler kenelerle temasın kesilmesinde son derece faydalı olmaktadır. Bu derlemede insanlarda ve evcil hayvanlarda kenelerden korunmak amacıyla kullanılan repellent maddelerin tanımı ve tarihçeleri, etki mekanizmaları ve ideal bir repellent maddenin taşıması gereken özellikler, belli başlı repellent maddeler ve toksikolojik önemleri ile repellent özellikteki maddelerin güvenli kullanım prensipleri değerlendirilmiştir.
Ticks are vectors of very harmful diseases in human and animals and control of them is getting more important due to appearance of Crimean-Congo Hemorrhagic Fewer in Turkey in recent years. Repellents are very beneficial compounds for prevent attack by ticks. In this review, definition and history of the repellent compounds, features of an ideal repellent, important repellent compounds and their toxicological importance and safety usage principles of repellents were evaluated.

LookUs & Online Makale
w