TÜM DERGİ | |
1. | THDBD 2014-3 Cilt 71 Tüm Dergi TBHEB 2014-3 Vol 71 Full Printed Journal Murat DUMANdoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.75768 Sayfalar 106 - 164 Makale Özeti |Tam Metin PDF |
ARAŞTIRMA | |
2. | Ankara halkının kendi kendine antibiyotik kullanımı hakkındaki bilgi ve tutumlarının değerlendirilmesi Evaluation of public knowledge and attitudes regarding self medication with antibiotics in Ankara Serdar Gül, Doğan Barış Öztürk, Muhittin Serkan Yılmaz, Esen Uz Güldoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.60024 Sayfalar 107 - 112 AMAÇ: Ankara halkının kendi kendine antibiyotik kullanımı hakkındaki bilgi ve tutumları ile bunları etkileyen faktörlerin incelenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEMLER: Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastane’sinin Acil Servisi’ne, 01/01/2014 - 01/02/2014 tarihleri arasında başvuran hasta ve hasta yakınlarına kendi kendine antibiyotik kullanımı ile ilgili anket uygulandı. Ankete katılanların demografik bilgileri, öğrenim durumları ve kendi kendine antibiyotik kullanımı ile ilgili bilgileri kaydedildi. İstatistiksel analiz için SPSS 15.0 programı kullanıldı. Gruplar arası karşılaştırmalarda ki kare testi uygulandı ve p<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. BULGULAR: Çalışmaya, yaşları 18 ile 86 arasında değişen 322 gönüllü katıldı. Katılımcıların %64,3’ünün kendi kendine antibiyotik kullandığı, kendi kendine en sık antibiyotik başlama sebeplerinin ise soğuk algınlığı ve yüksek ateş olduğu tespit edildi. Katılımcıların %64’ünün herhangi bir sebepten doktora başvurduğunda antibiyotik yazmasını da talep ettiğini bildirdi. Bunun yanı sıra %64,9’u evde antibiyotik bulundurduğunu, %87’si reçetesiz antibiyotik satın alabildiğini belirtti. Katılımcıların %83,9’u gereksiz kullanılan antibiyotiklerin zararlı olabileceğini düşündüklerini ifade ederken, yalnızca %21,7’si gereksiz antibiyotik kullanımı ile ilgili eğitimi aldığını ifade etti. Öğrenim düzeyleri ile hastaların antibiyotik kullanımı hakkındaki bilgi ve tutumları karşılaştırıldığında; gruplar arası istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmazken, gereksiz antibiyotik kullanımı bu konuda eğitim alanlarda anlamlı olarak daha azdı. SONUÇ: Gereksiz antibiyotik kullanımının bu konudaki eğitimlerle azaldığı yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Ülkemizde gereksiz antibiyotik kullanımının azaltılması için Avrupa Antibiyotik Farkındalık Günü, Dünya Sağlık Günü gibi özel günlerde halka ve hekimlere yönelik etkinlikler ve kampanyalar düzenlenmektedir. Bu tür etkinliklerin ve kampanyaların artmasının gereksiz antibiyotik kullanımını azaltabileceğini düşünmekteyiz. OBJECTIVE: It’s aimed to evaluate the public knowledge and attitude regarding self medication with antibiotics and it’s influencing factors in Ankara. METHODS: A questionairre about self medication with antibiotics had been applied to the patients and patients’ relatives admitted to Emergency Service of Ankara Numune Education and Research Hospital between 01/01/2014 - 01/02/2014. Participants’ demographic information, educational status and their knowledge about self medication with antibiotics were recorded. SPSS 15.0 program was used for statistical analysis. Chi square test was used for comparing groups and p<0.05 was accepted as statisticaly significant. RESULTS: Three hundred twenty-two volunteers aged between 18-86 years participated in the study. It was found that 64.3% of the participants were using self medication with antibiotics. The comon cold and high fever were the leading causes of self medication with antibiotics. 64% of the participants were noted that they demand a prescription for antibiotics from the doctor when they attend any reason. Also 64.9% of the participants this stated that they were keeping antibiotics at home and 87% of them could buy antibiotics without prescription. While the 83.9% of the participants were thinking that unnecessary antibiotics can be harmful only 21.7% of them were received education about unnecessary use of antibiotics. While there was no corelation between the educational status of the participants and the knowledge and attitudes of the participants, self medication with antibiotics was significantly lower in the group that received education about unnecessary use of antibiotics. CONCLUSION: Unnecessary use of antibiotics was shown to be reduced with education about this issue by conducted studies. Activities for public and doctors are organized at special days like European Antibiotic Awareness Day, World Health Day for reducing the unnecessary use of antibiotics in our country. We think that an increase in these types of campaigns and activities may reduce the unnecessary use of antibiotics. |
3. | Deneysel diyabetin karaciğer dokusunda oluşturduğu bazı değişiklikler üzerine çam yağının etkisi The effect of pine oil on the some alterations in liver tissue of experimental diabetes Ersin Demir, Ökkeş Yılmazdoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.45822 Sayfalar 113 - 124 AMAÇ: Bu çalışma; deneysel diyabet oluşturulan sıçanlarda çam yağının karaciğer dokusunda yağ asidi bileşimi, malondialdehit (MDA), glutatyon (GSH), total protein, ADEK vitaminleri, kolesterol ve bazı sterol parametreleri üzerinde etkisinin araştırılması için tasarlandı. YÖNTEMLER: Sıçanlar; kontrol (K), streptozotosin (STZ) ve streptozotosin (STZ) + çam yağı (ÇY) olmak üzere üç grubu ayrıldı. STZ gruplarına intraperitoneal enjeksiyonla streptozotosin (45 mg/kg) verilerek diyabet oluşturuldu. Çam yağı grubundaki sıçanlara haftada iki gün 1 mL/kg dozunda intraperitoneal enjeksiyonla çam yağı ve ayrıca 0,5 mL çam yağı 500 mL içme suyuna ilave edilerek verildi. Bu uygulamalar sekiz hafta boyunca sürdürüldü. BULGULAR: Kontrol grubuna göre; STZ grubunun karaciğer dokusunda MDA ve total protein düzeyinin anlamlı bir şekilde (p<0,001) arttığı, GSH düzeyinin anlamlı bir şekilde (p<0,001) azaldığı belirlendi. STZ grubu ile karşılaştırıldığında; STZ + ÇY grubunun karaciğer dokusunda MDA ve GSH düzeylerinin anlamlı bir şekilde (p<0,001) azaldığı tespit edildi. Kontrol grubu ile mukayese edildiğinde; STZ grubunun karaciğer dokusunda palmitik, palmitoleik (p<0,001) ve araşidonik asit (p<0,01) düzeylerinin anlamlı bir şekilde azaldığı, stearik, linoleik (p<0,001) ve dokosaheksaenoik asit (p<0,05) düzeylerinin anlamlı bir şekilde arttığı belirlendi. STZ grubu ile karşılaştırıldığında; STZ + ÇY grubunun karaciğer dokusunda stearik ve araşidonik asit düzeylerinin anlamlı bir şekilde azaldığı (p<0,001), palmitik, palmitoleik, oleik, linoleik, α-linolenik ve dokosaheksaenoik asit düzeylerinin anlamlı bir şekilde arttığı (p<0,001) tespit edildi. Kontrol grubu ile mukayese edildiğinde; STZ grubunun karaciğer dokusunda δ-tokoferol ve vitamin D2 düzeylerinin anlamlı bir şekilde azaldığı (p<0,001), vitamin D3 (p<0,05), vitamin K2, α-tokoferol, retinol, vitamin K1, kolesterol, stigmasterol ve β-sitosterol düzeylerinin anlamlı bir şekilde arttığı (p<0,001) saptandı. STZ grubuna göre; STZ + ÇY grubunun karaciğer dokusunda vitamin K2, vitamin D3, α-tokoferol, vitamin K1, β-sitosterol (p<0,001) ve kolesterol (p<0,05), düzeylerinin anlamlı bir şekilde arttığı, δ-tokoferol ve stigmasterol düzeylerinin anlamlı bir şekilde azaldığı (p<0,001) belirlendi. SONUÇ: Deneysel diyabetin sıçanların karaciğer dokusunda GSH, total protein, bazı yağ asidi bileşimi ile ADEK vitaminleri üzerinde oluşturduğu metabolik düzensizlikler üzerinde uygulanan çam yağının etkisinin sınırlı kaldığı tespit edildi. OBJECTIVE: The present study was designed to evaluate the impact of pine oil on MDA (malondialdehyde), GSH (glutathione), total protein, fatty acid composition, ADEK vitamins, cholesterol and some sterols parameters in liver tissue of experimental diabetes in rats. METHODS: The rats were divided into three groups: control (C) streptozotocin (STZ), streptozotocin (STZ) + pine oil (PO) groups. Diabetes induced in rats by a single intraperitoneal injection of streptozotocin (45 mg/kg). 1 mL/kg dose pine oil was intraperitoneally injected twice in a week to the streptozotocin (STZ) + pine oil (PO), and additionally 0.5 mL /500 mL dose of pine oil was added to drinking water of this group. The experiment continued for eight weeks. RESULTS: It was observed that MDA and total protein levels were significantly increased (p<0.001), GSH level was significantly decreased (p<0.001) in the liver tissue of STZ group when compared to the control group. It was detected that MDA and GSH levels were significantly decreased (p<0.001) in the liver tissue of STZ + PO group when compared to the STZ group. It was determined that palmitic, palmitoleic (p<0.001) and arachidonic acid (p<0.01) levels were significantly decreased, stearic, linoleic (p<0.001) and docosahexaenoic acid (p<0.05) levels were significantly increased in the liver tissue of STZ group when compared to the control group. It was detected that stearic and arachidonic (p<0.001) acid levels were significantly decreased, palmitic, palmitoleic, oleic, linoleic, α-linolenic and docosahexaenoic acid levels were significantly increased (p<0.001) in the liver tissue of STZ + PO group when compared to the STZ group. It was observed that δ-tocopherol and vitamin D2 levels were significantly decreased (p<0.001), vitamin D3 (p<0.05), vitamin K2, α-tocopherol, retinol, vitamin K1, cholesterol, stigmasterol and β-sitosterol levels were significantly increased (p<0.001) in the liver tissue of STZ group when compared to the control group. It was determined that vitamin K2, vitamin D3, α-tocopherol, vitamin K1, β-sitosterol (p<0.001) and cholesterol (p<0.05), levels were significantly increased, δ-tocopherol and stigmasterol levels were significantly decreased (p<0.001) in the liver tissue of STZ + PO group when compared to the STZ group. CONCLUSION: It was determined that the application of pine oil was of limited effect on the metabolic disorders of GSH, total protein, some fatty acid composition and ADEK vitamins in the liver tissue of experimental diabetic rats. |
4. | Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Parazitoloji Laboratuvarı’na 2011-2013 yılları arasında başvuran hastalarda bağırsak parazitlerinin dağılımı Distribution of intestinal parasites in patients presenting at the Erciyes University Medical School Parasitology Laboratory between 2011 and 2013 Yunus Uyar, Merve Yürük, Emrah Erdoğan, Salih Kuk, İzzet Şahin, Süleyman Yazardoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.46354 Sayfalar 125 - 130 AMAÇ: Önemli bir kısmı fekal-oral bulaşan bağırsak parazitlerinin oluşturduğu enfeksiyonlar; ciddi klinik tablolara, hatta ölüme neden olmasından dolayı halk sağlığı açısından önemini korumaktadır. Ağırlıklı olarak küçük yaştaki çocuklar olmak üzere bağırsak parazitleri tüm toplumu olumsuz etkileyen bir sağlık problemidir. Bağırsak parazitleriyle oluşan klinik tabloda; karın ağrısı, ishal, büyüme gelişme geriliği ve anemi gibi birçok önemli bulgular gözlenebilmektedir. Sanitasyon eksikliği bağırsak parazitlerinin yayılımında en önemli faktör olarak görünse de toplumun sosyoekonomik durumu, iklim, yaş, cinsiyet gibi diğer faktörler de bu enfeksiyonların oluşumuna zemin hazırlamaktadır. Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Tıbbi Parazitoloji Laboratuvarı’na başvuran hastalarda bağırsak parazitlerinin dağılımının değerlendirildiği bu çalışmada; 20.698 hastanın dışkı, 455’inin ise anal bant örneği incelenmiştir. YÖNTEMLER: Dışkı örneklerinin incelenmesinde; nativ-lugol, sedimentasyon, trikrom ve modifiye asitfast boyama yöntemleri kullanılmıştır. Enterobius vermicularis yumurtalarının tespit edilmesinde ise selofan bant yöntemi kullanılmıştır. BULGULAR: Bir veya birden fazla bağırsak paraziti tespit edilen 3.261 (%15,4) hastanın, 1.717 (%52,65)’si erkek ve 1.544 (%47,34)’ü kadındı. Alınan sonuçlara göre en sık rastlanan parazitler sırasıyla; Blastocystis hominis 2.732 (%13,1), Entamoeba coli 307 (%1,48) ve Giardia intestinalis 242 (%1,17) olarak belirlendi. SONUÇ: Çalışmamızın sonuçlarının daha önce Kayseri’de yapılan epidemiyolojik çalışmalarla uyumlu olduğu gözlendi. Bağırsak parazitlerinin görülme sıklığının önceki çalışmalara oranla azaldığı görülmektedir. Çevresel faktörlerde ve sosyoekonomik düzeyde olumlu gelişmelerin meydana gelmesiyle bağırsak parazitlerinin görülme sıklığı daha da azalma eğilimine girecektir. İlimizde bağırsak parazitleri halen ciddi bir halk sağlığı problemi olarak önemini korumaktadır. OBJECTIVE: Mostly fecal-oral transmitted intestinal parasites maintain their importance in terms of public health due to causing severe clinical conditions and may even cause death. Mainly affecting young children, intestinal parasites are a health problem that affects the entire community. Abdominal pain, diarrhea, growth retardation and anemia as well as many other important symptoms can be observed in the clinic presentation of those with intestinal parasites. Lack of sanitation seems to be the most important factor in the spread of intestinal parasites; socioeconomic status of the society, climate, age, gender as well as other factors also predispose to the occurrence of these infections. In this study, the distribution of intestinal parasites of the patients who admitted to Erciyes University Faculty of Medicine Parasitology Laboratory were evaluated. Stool samples from 20.698 patients and anal band samples from 455 patients were examined. METHODS: Fecal samples were examined by nativelugol, sedimentation, trichrome and modified acid-fast staining methods. Enterobius vermicularis eggs were determined by cellophane tape method. RESULTS: One or more intestinal parasites were found in 3.261 (15.4%) cases and 1.717 (52.65%) of these patients were males and 1.544 (47.34%) of them were female. According to the results, the most common parasites, 2.732 (13.1%) were Blastocystis hominis, 307 (1.48%) were Entamoeba coli and 242 (1.17%) were Giardia intestinalis respectively. CONCLUSION: The results of our study were observed to be consistent with epidemiological studies, which have been previously made in Kayseri. However, the incidence of intestinal parasites was observed to decrease when compared with the previous epidemiological data. Positive developments in the environmental factors and socioeconomic levels will tend to reduce the incidence of intestinal parasites further. Intestinal parasites still maintain their importance as a major public health problem in our province. |
5. | Amfoterisin B, flukonazol ve vorikonazollünün kan kültürlerinden izole edilen Candida türlerine karşı antifungal aktivitesinin mikrodilüsyon ve disk diffüzyon yöntemleri ile belirlenmesi Activities of amphotericin B, fluconazole and voriconazole against Candida bloodstream isolates determined by broth microdilution and disk diffusion methods Nimet Yiğit, Esin Aktaşdoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.05658 Sayfalar 131 - 140 AMAÇ: Candida türlerinin neden olduğu invaziv fungal enfeksiyonlar önemli ölçüde artmıştır. Kandidemiler sadece mortalite ile ilişkili olmayıp, aynı zamanda hastanede kalış süresinin uzamasına ve tıbbi bakım maliyetinin artmasına da sebep olmaktadır. Candida albicans ve non-albicans Candida türlerinin neden olduğu kandidemilerde, hastaların klinik bulgularının aynı olmasına rağmen bu türlerin antifungal ilaçlara duyarlılıkları da farklıdır. Bu çalışmada; Candida kan izolatlarının antifungal duyarlılık verilerini sunmaktadır. YÖNTEMLER: 35 Candida albicans, 25 Candida tropicalis, 15 Candida parapsilosis, 8 Candida glabrata, 4 Candida krusei ve 3 Candida kefyr olmak üzere toplam 90 Candida izolatı incelendi. Bu türlerin amfoterisin B, flukonazol ve vorikonazole karşı antifungal duyarlılıkları %2 glukozla zenginleştirilmiş RPMI 1640 agar besiyeri kullanılarak mikrodilüsyon yöntemi (CLSI M27-A3) ve 0,5 μg/mL metilen mavisi ve %2 glukozla zenginleştirilmiş Mueller-Hinton agar besiyeri kullanılarak disk diffüzyon (CLSI M44-A2) yöntemi ile belirlendi. BULGULAR: Candida izolatları mikrodilüsyon yöntemi ile %87,7 oranında, disk diffüzyon yöntemi ile %82,2 oranında flukonazole duyarlı bulundu. Mikrodilüsyon yöntemi ile bu izolatların %6,6’sı (%8,5 C. albicans, %4,0 C. tropicalis ve % 25,0 C. glabrata) flukonazole karşı doza bağlı duyarlı, %5,5 ise dirençli olarak belirlendi. Dirençli suşların dördü C. krusei (%100), biri ise C. albicans (%2,8) idi. Disk diffüzyon yöntemi ile Candida suşlarının %12,2’si doza bağlı duyarlı (%17,1 C. albicans, %12,0 C. tropicalis and %25,0 C. glabrata) olarak, %5,5’i [bir izolat C. albicans (%2,8), dört izolat C. krusei (%100)] ise flukonazole dirençli olarak belirlendi. Bütün suşlar amfoterisin B ve vorikonazole duyarlı olarak bulundu. SONUÇ: Amfoterisin B ve vorikonazollün Candida izolatlarına karşı in-vitro aktivitesinin yüksek olduğu belirlendi. Antifungal ilaçlara direnç artmaktadır ki bundan dolayı fungal patojenlerin duyarlılık profillerini değerlendirmek giderek önem kazanmaktadır. OBJECTIVE: Invasive fungal infections caused by Candida species have increased significantly. Candidemia is not only associated with a mortality, but also extends the duration of hospital stay and increases the cost for medical care. Although, the clinical presentations of the patients with candidemia caused by Candida albicans and non-albicans Candida species are indistinguishable, the susceptibilities to antifungal agents of these species are different. This study presents data on anti fungal susceptibility profiles of Candida bloodstream isolates. METHODS: We tested a total of 90 strains, including 35 strains of Candida albicans, 25 strains of Candida tropicalis, 15 strains of Candida parapsilosis, 8 strains of Candida glabrata, 4 strains of Candida krusei and 3 strains of Candida kefyr. Susceptibility to amphotericin B, fluconazole and voriconazole was determined by Clinical Laboratory Standards Institute broth micro dilution method (CLSI M27-A3) using RPMI 1640 as test medium supplemented with 2% glucose and disk diffusion methods were performed according to CLSI M44-A2 using methylene blue (0.5 μg/mL) and glucose (2%) enriched Mueller-Hinton agar. RESULTS: In this study, 87.7%, 82.2% of Candida isolates were susceptible to fluconazole with the broth microdilution method and the disk diffusion method respectively, based on CLSI breakpoints. A further 6.6% were classified as susceptible-dose-dependent (8.5% C. albicans, 4.0% C. tropicalis and 25.0% C. glabrata) and fluconazole resistance was detected in 5.5% of all isolates by microdilution method. Four isolates of these strains were C. krusei (100%) and one strain was C. albicans (2.8%). 12.2% of Candida spp. were classified as susceptible-dose-dependent (17.1% C. albicans, 12.0% C. tropicalis, and 25.0% C. glabrata) and fluconazole resistance was detected in 5.5% of all isolates. Four isolates of these strains were C. krusei (100%) and one strain was C. albicans (2.8%) by disk diffusion method. All isolates were susceptible to amphotericin B and voriconazole using by two methods. CONCLUSION: Voriconazole and amphotericin B were active in-vitro against yeasts. As anti fungal drug resistance may become more frequent, it is increasingly important to evaluate current anti fungal susceptibility profiles of fungal pathogens. |
OLGU SUNUMU | |
6. | Laboratuvar kaynaklı bruselloz: iki olgu sunumu Laboratory acquired brucellosis: a report of two cases İbak Gönen, Onur Kaya, Hamdi Sözendoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.37132 Sayfalar 141 - 146 Bruselloz; Brucella türü bakterilerin neden olduğu, değişik organ ve sistemleri etkileyen ve ülkemizde halen endemik olan zoonotik bir enfeksiyon hastalığıdır. Enfekte hayvana temas veya enfekte hayvanlardan elde edilen pastorize edilmemiş süt ve süt ürünleri ile bulaşırken, bu bakterilerle çalışan laboratuvar personeline de direkt temas ya da inhalasyon yolu ile bulaşmaktadır. Bu nedenle hayvancılık yapanlar ve veterinerlerin yanında laboratuvar personeli de bruselloz açısından risk grubunda yer almaktadır. Dünyada laboratuvardan kazanılmış enfeksiyonlar arasında en sık karşılaşılan enfeksiyon hastalığı brusellozdur. Bununla birlikte ülkemizde laboratuvar kaynaklı bruselloz olguları nadiren bildirilmiştir. Bu yazıda iki mikrobiyoloji laboratuvar çalışanında meydana gelen ve laboratuvar ortamında bulaşan bruselloz olguları sunulmuştur. Olguların ikisi de bayan olup; ateş, kas ve eklem ağrısı gibi şikayetlerle başvurmuş ve fiziki muayenede ateş dışında bir özellik saptanmamıştır. Hemogram ve biyokimyasal parameteleri normal sınırlar içerisinde olan her iki olgunun ortak özelliği yakın zamanda Brucella türü bakterilerle çalışmış olmaları idi. Birinci olgu başlangıçta viral enfeksiyon olarak değerlendirilmiş, tanısı yaklaşık iki hafta gecikmişti. İkinci olguya ise birinci olgudan kazanılan tecrübe ile tanı hemen konmuş ve tedavide herhangi bir gecikme yaşanmamıştı. Her iki olgunun da Brucella tüp aglutinasyon testleri sırası ile 1 / 1280 ve 1 / 640 olarak pozitif saptanmış ve kan kültürlerinde Brucella türü bakteri izole edilmiştir. Olgular doksisiklin (2 x 100 mg) ve rifampisin (1 x 600 mg) verilerek başarılı bir şekilde tedavi edilmiştir. Sonuç olarak, bu iki olguyla brusellozun laboratuvar ortamında bulaşabileceği, bulaşı engellemek için personel koruyucu ekipman kullanımının arttırılması gerektiği ve klinisyenlerin ateş şikayeti ile başvuran laboratuvar çalışanlarında laboratuvardan kazanılmış brusellozu araştırmaları gerektiği unutulmamalıdır. Brucellosis is a zoonotic infectious disease caused by Brucella species, still endemic in our country affecting different organs and systems. Mainly it is transmitted by direct contact with an infected animal, unpasteurized milk and milk products from infected animals, and to laboratory personnel working with these bacteriae by direct contact or with aerosol inhalation. Therefore, beside livestock farmers and veterinarians, laboratory personnel are also under the risk of infection. Brucelossis is among the most common laboratory acquired infectious diseases in the world. However, laboratory acquired brucelossis cases are rarely reported in our country. In this report, two cases of laboratory acquired brucelossis in two microbiology laboratory personnel are presented. Both of the patients were female, presenting with fever, muscle and joint pain and no other findings on physical examination. Their hemogram and biochemistry parameters were within normal ranges, and their common feature was working with Brucella species bacteriae. The first patient was initially evaluated as viral infection and the final diagnosis was delayed for approximately two weeks. The second patient however, was diagnosed and treated on time based on our experience with the first patient. Both patients had postivie Brucella tube agglutination tests 1/1280 and 1/640 respectively and Brucella species microorganisms were isolated in the blood cultures. The patients were successfully treated with doxycicline (2 x 100mg) and rifampicin (1 X 600mg). As a result, we would like to remind that brucellosis might be transmited in the laboratory environment and in order to prevent the contamination the personnel must comply with the use of protective equipment. As for the clinicians, they should consider investigating brucellosis in laboratory personel presenting with fever. |
DERLEME | |
7. | Bir halk sağlığı problemi olan şaşılıkların mitokondriyal sitopatilerle birlikteliği The association of strabismus- a public health problem- with mitochondrial cythopathies Rahmi Duman, Ayşegül Kaymak, Mehmet Balcıdoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.34635 Sayfalar 147 - 154 Şaşılık gözlerde kayma olarak bilinen sabit veya aralıklı olarak göz hareketlerinde sapma ve azalmış binoküler görme ile karakterize genellikle ambliyopi ile sonuçlanan heterojen bir grup hastalıktan oluşmaktadır. Şaşılığın değişik sınıflamaları mevcuttur. Manifest şaşılıkları; konkomitant ve inkomitant olarak ikiye ayırabiliriz. Konkomitant şaşılık; çocuklarda sık görülen, kayan gözün her bakış pozisyonunda fikse eden göze eşlik ettiği ve kayma açısının her bakış pozisyonunda aynı olduğu bir şaşılık formudur. İnkomitant şaşılık ise erişkinlerde sık görülen, kayma açısının her bakış pozisyonunda farklı olduğu, bir veya birden fazla göz kasının felcine bağlı olarak ortaya çıkan (paralitik) bir şaşılık formudur. Konkomitant şaşılığın genetiği karmaşık yapısından dolayı tam olarak aydınlatılamamıştır. İnkomitant form toplumda daha az görülmesine rağmen, genetiği konkomitant forma göre daha fazla aydınlatılabilmiştir. Mitokondriyal sitopatiler; anneden aktarılan mitokondriyal DNA’nın (MtDNA) silinmesi veya mutasyonu sonucu oluşan ve adenozin trifosfat (ATP) üretiminin bozulmasına yol açan bir grup hastalıktan oluşmaktadır. Mitokondriyal sitopatilerde oluşan mutasyonlar sonucunda öncelikle kasların yoğun olduğu, oksidatif fosforilasyon ihtiyacının fazla olduğu organlar önemli derecede etkilenmektedir. Göz kapaklarından ekstraoküler kaslara, retinaya kadar tüm görme sistemi yüksek oksidatif fosforilasyona ihtiyaç duymaktadır. Bu yüzden göz ilk etkilenen organlardan birisidir. Mitokondriyal sitopatilerde en sık gözlenen bulgular ise şaşılık ve pitozistir. Mitokondriyal DNA mutasyonları ve silinmeleri sonucu oluşan özel şaşılık tipleri ise kronik progressif eksternal oftalmopleji (KPEO) ve Kearns-Sayre Sendromu (KSS)’dur. Şaşılıkta genetiğin rolünün aydınlatılması hastalık patogenezinin daha iyi anlaşılmasına ve daha etkin tedavi protokolleri geliştirilmesine basamak olacaktır. Mevcut tedavi yöntemleri ile tedavide yetersiz kaldığımız olguları daha sıkı takip etmemizi ve farklı tedavi yöntemleri geliştirmemizi sağlayacaktır. Bu derlemede; klinikte çok kolay birbirine karışabilecek olan inkomitant şaşılıkların bir bölümünü oluşturan mitokondriyal sitopatilerle birlikte görülen şaşılıkların klinik ve genetik özelliklerini ortaya koymayı amaçladık. Strabismus which is known as misalignment of eyes, is characterized with stable or intermittent aberrance of eye movements along with reduced binocular vision and it is composed of a heterogeneous group of diseases which are generally concluded with ambliyopia. There are variable classifications of strabismus. We can separate manifest strabismus into two, as concomitant and incomitant. Concomitant strabismus which is often observed in children is a form of strabismus, in which squinting eye accompanies with fixed eye in every view position and the angle of eye shearing is identical in every view position. Whereas, incomitant strabismus is frequently observed in adults, the angle of eye shearing is different in every view position and it is a paralytic form of strabismus which occurs due to the paralysis of one or more of the eye muscles. The genetics of the concomitant strabismus is not precisely enlightened because of its complicated structure. Although, incomitant form of strabismus is observed in lesser extent in the general population; its genetics are enlightened more compared to the concomitant form of strabismus. Mitochondrial cytopathies are composed of a group of diseases that occur as the result of deletion or mutation of maternally transmitted mitochondrial DNA (MtDNA) and this group of disorders causes the disruption of ATP (adenosine triphosphate) production. In the result of mutations that have occurred in the mitochondrial cytopathies; at the first place are organs which contain high proportion of muscle and have excessive oxidative phosphorylation requirement, are affected significantly. All visual system, from eyelids to extraocular muscles and retina, needs excessive oxidative phosphorylation. For this reason, the eye is one of the organs that is affected primarily. Most frequently observed findings in mitochondrial cytopathies are strabismus and ptosis. Specific strabismus types that are formed in the result of mitochondrial DNA mutations and deletions are Chronic Progressive External Ophthalmoplegia (CPEO) and Kearns-Sayre Syndrome (KSS). The enlightening of the role of genetics on strabismus is going to be a step toward better understanding of disease pathogenesis and for creating more effective treatment protocols. Additionally, this will provide us to develop distinct treatment methods; and to follow-up cases more tightly, which are not treated efficiently with existing treatment methods. In this review, we purposed to compile the clinical and genetic features of strabismus that is observed with mitochondrial cytopathies, which constitute the one part of incomitant strabismuses that can be very easily intermingled with each other. |
8. | Engeller teknolojisinde bakteriyosinlerin kullanımı Usage of bacteriocins in hurdle technology Evrim Günes-altuntaşdoi: 10.5505/TurkHijyen.2014.02419 Sayfalar 155 - 164 Gıdaların muhafazasında tek bir yöntemin kullanımı yerine birden fazla yöntemin birlikte kullanımının daha iyi sonuçlar verdiği bilinmektedir. Engeller teknolojisi olarak adlandırılan bu teknik, birçok muhafaza yöntemini bünyesinde barındırmaktadır. Engeller teknolojisinde antimikrobiyal maddelerin kullanımı da mümkündür. Bakteriler tarafından üretilen ve gıdalarda özellikle Gram pozitif bakterilere karşı inhibitör etkileri bulunan bakteriyosinlerin bu amaçla kullanımı üzerinde yoğunlaşan çalışmalar bulunmaktadır. Bakteriyosinlerin antibiyotikler ile benzer oldukları düşünülse de gıdalarda antibiyotik kullanımının sınırlı olması ve bakteriyosinlerin insan vücudunda parçalanabilen bileşikler olması bu antimikrobiyal peptitleri daha avantajlı kılmaktadır. Birçok bakteri türü bakteriyosin üretme yeteneğinde olup, ürettikleri bakteriyosinler daha çok yakın türlerine karşı antimikrobiyal etki göstermektedir. Bakteriyosinlerin doğal biyokoruyucu olmalarından dolayı üzerlerinde pek çok çalışma yapılmasını sağlamıştır. Ancak gıdaların raf ömrünü uzatmak amacıyla kullanılan bakteriyosinler, genellikle sadece Gram pozitif bakterilere karşı inhibitör etki gösterebilmektedirler. Bu durum Gram negatif patojenlerin inhibisyonu için sorun teşkil etse de, aslında gıdalarda Gram negatif patojenlerin inhibisyonunda bakteri hücrelerinin parçalanmasını, koruyucu tabaka olan dış membranın kısmen bozulmasını sağlayacak diğer engeller ya da uygulamalar ile birlikte kullanılabilirler. Birçok bakteriyosin diğer kimyasal koruyucuları, doğal fenolik bileşikleri ve diğer antimikrobiyal proteinleri de içeren antimikrobiyal maddelerle kombine halde kullanıldığında destekleyici ya da sinerjetik etki gösterebilmektedir. Bu uygulama şekli ya da farklı bakteriyosinlerin birlikte kullanımı dirençli mikroorganizmalara karşı etkili bir inhibisyon ortaya koyabilmektedir. Bakteriyosinlerin yüksek basınç uygulaması gibi fiziksel uygulamalar ile kombinasyonu gıda muhafazasında oldukça iyi sonuçlar sunabilmektedir. Bu güne kadar daha çok bakteriyosinlerin ortam pH’sını düşüren bileşiklerle veya etilen dramin tetraasetik asit (EDTA) benzeri kimyasallarla birlikte kullanımları denenmiştir. Bu derlemede, bakteriyosinlerin diğer koruyucu sistemlerle birlikte kullanımı, başka bir deyişle engeller sistemi kapsamındaki farklı kullanımları özetlenmeye çalışılmıştır. It is known that instead of using a single method for food preservation, use of multiple methods provides better results. These multiple methods are known as hurdle technology and incorporate many preservation methods. In hurdle technology it is also possible to use antimicrobial agents. There is some research focusing on usage of bacteriocins which are produced by bacteria and have inhibitor effect against especially Gram positive bacteria for this purpose. Although it is thought bacteriocins are similar to antibiotics, because of usage of antibiotics in foods is limited and bacteriocins are degradable compounds in the human body makes the bacteriocins more advantageous. Many bacterial species produce bacteriocins, that often have an antimicrobial effect on closely related organisms. These compounds have been extensively studied because of being natural biopreservatives. Even when bacteriocins have been used to extend shelf-life of foods, in general they only show inhibitor effect against Gram positive bacteria. Though this is a problem for the inhibition of Gram negative pathogens, actually, bacteriocins can also be applied for the inactivation of Gram negative pathogens in foods in combination with other hurdles or treatments to induce cell damage and partial disorganization of the outer membrane protective layer. Several bacteriocins show additive or synergistic effects when used in combination with other antimicrobial agents, including chemical preservatives, natural phenolic compounds, as well as other antimicrobial proteins. This method, as well as the combined use of different bacteriocins can show an effective inhibition against resistance microorganisms. The combination of bacteriocins and physical treatments like high pressure processing also offer good results for more effective preservation of foods. To date, mostly using bacteriocins with the agents reducing the pH of the media or chemicals such as EDTA (ethylene diamine tetraacetic acid) are tested. In this review, different usage of the bacteriocins, in other words different usage of bacteriocins within the scope of hurdle technology have tried to summarize. |