ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Türk Hijyen ve Deneysel Biyoloji Dergisi - Turk Hij Den Biyol Derg: 71 (3)
Cilt: 71  Sayı: 3 - 2014
TÜM DERGİ
1.
THDBD 2014-3 Cilt 71 Tüm Dergi
TBHEB 2014-3 Vol 71 Full Printed Journal
Murat DUMAN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.75768  Sayfalar 106 - 164
Makale Özeti |Tam Metin PDF

ARAŞTIRMA
2.
Ankara halkının kendi kendine antibiyotik kullanımı hakkındaki bilgi ve tutumlarının değerlendirilmesi
Evaluation of public knowledge and attitudes regarding self medication with antibiotics in Ankara
Serdar Gül, Doğan Barış Öztürk, Muhittin Serkan Yılmaz, Esen Uz Gül
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.60024  Sayfalar 107 - 112
AMAÇ: Ankara halkının kendi kendine antibiyotik kullanımı hakkındaki bilgi ve tutumları ile bunları etkileyen faktörlerin incelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastane’sinin Acil Servisi’ne, 01/01/2014 - 01/02/2014 tarihleri arasında başvuran hasta ve hasta yakınlarına kendi kendine antibiyotik kullanımı ile ilgili anket uygulandı. Ankete katılanların demografik bilgileri, öğrenim durumları ve kendi kendine antibiyotik kullanımı ile ilgili bilgileri kaydedildi. İstatistiksel analiz için SPSS 15.0 programı kullanıldı. Gruplar arası karşılaştırmalarda ki kare testi uygulandı ve p<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Çalışmaya, yaşları 18 ile 86 arasında değişen 322 gönüllü katıldı. Katılımcıların %64,3’ünün kendi kendine antibiyotik kullandığı, kendi kendine en sık antibiyotik başlama sebeplerinin ise soğuk algınlığı ve yüksek ateş olduğu tespit edildi. Katılımcıların %64’ünün herhangi bir sebepten doktora başvurduğunda antibiyotik yazmasını da talep ettiğini bildirdi. Bunun yanı sıra %64,9’u evde antibiyotik bulundurduğunu, %87’si reçetesiz antibiyotik satın alabildiğini belirtti. Katılımcıların %83,9’u gereksiz kullanılan antibiyotiklerin zararlı olabileceğini düşündüklerini ifade ederken, yalnızca %21,7’si gereksiz antibiyotik kullanımı ile ilgili eğitimi aldığını ifade etti. Öğrenim düzeyleri ile hastaların antibiyotik kullanımı hakkındaki bilgi ve
tutumları karşılaştırıldığında; gruplar arası istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmazken, gereksiz antibiyotik kullanımı bu konuda eğitim alanlarda anlamlı olarak daha azdı.
SONUÇ: Gereksiz antibiyotik kullanımının bu konudaki eğitimlerle azaldığı yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Ülkemizde gereksiz antibiyotik kullanımının azaltılması için Avrupa Antibiyotik Farkındalık Günü, Dünya Sağlık Günü gibi özel günlerde halka ve hekimlere yönelik etkinlikler ve kampanyalar düzenlenmektedir. Bu tür etkinliklerin ve kampanyaların artmasının gereksiz antibiyotik kullanımını azaltabileceğini düşünmekteyiz.
OBJECTIVE: It’s aimed to evaluate the public knowledge and attitude regarding self medication with antibiotics and it’s influencing factors in Ankara.
METHODS: A questionairre about self medication with antibiotics had been applied to the patients and patients’ relatives admitted to Emergency Service of Ankara Numune Education and Research Hospital between 01/01/2014 - 01/02/2014. Participants’ demographic information, educational status and their knowledge about self medication with antibiotics were recorded. SPSS 15.0 program was used for statistical analysis. Chi square test was used for comparing groups and p<0.05 was accepted as statisticaly significant.
RESULTS: Three hundred twenty-two volunteers aged between 18-86 years participated in the study. It was found that 64.3% of the participants were using self medication with antibiotics. The comon cold and high fever were the leading causes of self medication with antibiotics. 64% of the participants were noted that they demand a prescription for antibiotics from the doctor when they attend any reason. Also 64.9% of the participants this stated that they were keeping antibiotics at home and 87% of them could buy antibiotics without prescription. While the 83.9% of the participants were thinking that unnecessary antibiotics can be harmful only 21.7% of them were received education about unnecessary use of antibiotics. While there was no corelation between the educational status of the participants and the knowledge and attitudes of the participants, self medication with antibiotics was significantly lower in the group that received education about unnecessary use of antibiotics.
CONCLUSION: Unnecessary use of antibiotics was shown to be reduced with education about this issue by conducted studies. Activities for public and doctors are organized at special days like European Antibiotic Awareness Day, World Health Day for reducing the unnecessary use of antibiotics in our country. We think that an increase in these types of campaigns and activities may reduce the unnecessary use of antibiotics.

3.
Deneysel diyabetin karaciğer dokusunda oluşturduğu bazı değişiklikler üzerine çam yağının etkisi
The effect of pine oil on the some alterations in liver tissue of experimental diabetes
Ersin Demir, Ökkeş Yılmaz
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.45822  Sayfalar 113 - 124
AMAÇ: Bu çalışma; deneysel diyabet oluşturulan
sıçanlarda çam yağının karaciğer dokusunda yağ asidi
bileşimi, malondialdehit (MDA), glutatyon (GSH), total
protein, ADEK vitaminleri, kolesterol ve bazı sterol
parametreleri üzerinde etkisinin araştırılması için
tasarlandı.
YÖNTEMLER: Sıçanlar; kontrol (K), streptozotosin (STZ)
ve streptozotosin (STZ) + çam yağı (ÇY) olmak üzere üç
grubu ayrıldı. STZ gruplarına intraperitoneal enjeksiyonla
streptozotosin (45 mg/kg) verilerek diyabet oluşturuldu.
Çam yağı grubundaki sıçanlara haftada iki gün 1 mL/kg
dozunda intraperitoneal enjeksiyonla çam yağı ve ayrıca
0,5 mL çam yağı 500 mL içme suyuna ilave edilerek
verildi. Bu uygulamalar sekiz hafta boyunca sürdürüldü.
BULGULAR: Kontrol grubuna göre; STZ grubunun
karaciğer dokusunda MDA ve total protein düzeyinin
anlamlı bir şekilde (p<0,001) arttığı, GSH düzeyinin
anlamlı bir şekilde (p<0,001) azaldığı belirlendi.
STZ grubu ile karşılaştırıldığında; STZ + ÇY grubunun
karaciğer dokusunda MDA ve GSH düzeylerinin anlamlı
bir şekilde (p<0,001) azaldığı tespit edildi. Kontrol
grubu ile mukayese edildiğinde; STZ grubunun karaciğer
dokusunda palmitik, palmitoleik (p<0,001) ve araşidonik
asit (p<0,01) düzeylerinin anlamlı bir şekilde azaldığı, stearik, linoleik (p<0,001) ve dokosaheksaenoik
asit (p<0,05) düzeylerinin anlamlı bir şekilde arttığı
belirlendi. STZ grubu ile karşılaştırıldığında; STZ + ÇY
grubunun karaciğer dokusunda stearik ve araşidonik
asit düzeylerinin anlamlı bir şekilde azaldığı (p<0,001),
palmitik, palmitoleik, oleik, linoleik, α-linolenik ve
dokosaheksaenoik asit düzeylerinin anlamlı bir şekilde
arttığı (p<0,001) tespit edildi. Kontrol grubu ile mukayese
edildiğinde; STZ grubunun karaciğer dokusunda
δ-tokoferol ve vitamin D2 düzeylerinin anlamlı bir şekilde
azaldığı (p<0,001), vitamin D3 (p<0,05), vitamin K2,
α-tokoferol, retinol, vitamin K1, kolesterol, stigmasterol
ve β-sitosterol düzeylerinin anlamlı bir şekilde arttığı
(p<0,001) saptandı. STZ grubuna göre; STZ + ÇY grubunun
karaciğer dokusunda vitamin K2, vitamin D3, α-tokoferol,
vitamin K1, β-sitosterol (p<0,001) ve kolesterol (p<0,05),
düzeylerinin anlamlı bir şekilde arttığı, δ-tokoferol ve
stigmasterol düzeylerinin anlamlı bir şekilde azaldığı
(p<0,001) belirlendi.
SONUÇ: Deneysel diyabetin sıçanların karaciğer
dokusunda GSH, total protein, bazı yağ asidi bileşimi
ile ADEK vitaminleri üzerinde oluşturduğu metabolik
düzensizlikler üzerinde uygulanan çam yağının etkisinin
sınırlı kaldığı tespit edildi.
OBJECTIVE: The present study was designed to
evaluate the impact of pine oil on MDA (malondialdehyde),
GSH (glutathione), total protein, fatty acid composition,
ADEK vitamins, cholesterol and some sterols parameters
in liver tissue of experimental diabetes in rats.
METHODS: The rats were divided into three groups:
control (C) streptozotocin (STZ), streptozotocin (STZ) +
pine oil (PO) groups. Diabetes induced in rats by a single
intraperitoneal injection of streptozotocin (45 mg/kg).
1 mL/kg dose pine oil was intraperitoneally injected
twice in a week to the streptozotocin (STZ) + pine oil
(PO), and additionally 0.5 mL /500 mL dose of pine oil was
added to drinking water of this group. The experiment
continued for eight weeks.
RESULTS: It was observed that MDA and total protein
levels were significantly increased (p<0.001), GSH level
was significantly decreased (p<0.001) in the liver tissue
of STZ group when compared to the control group. It
was detected that MDA and GSH levels were significantly
decreased (p<0.001) in the liver tissue of STZ + PO group
when compared to the STZ group. It was determined
that palmitic, palmitoleic (p<0.001) and arachidonic acid
(p<0.01) levels were significantly decreased, stearic,
linoleic (p<0.001) and docosahexaenoic acid (p<0.05) levels were significantly increased in the liver tissue of
STZ group when compared to the control group. It was
detected that stearic and arachidonic (p<0.001) acid
levels were significantly decreased, palmitic, palmitoleic,
oleic, linoleic, α-linolenic and docosahexaenoic acid
levels were significantly increased (p<0.001) in the
liver tissue of STZ + PO group when compared to the
STZ group. It was observed that δ-tocopherol and
vitamin D2 levels were significantly decreased (p<0.001),
vitamin D3 (p<0.05), vitamin K2, α-tocopherol, retinol,
vitamin K1, cholesterol, stigmasterol and β-sitosterol
levels were significantly increased (p<0.001) in the
liver tissue of STZ group when compared to the control
group. It was determined that vitamin K2, vitamin D3,
α-tocopherol, vitamin K1, β-sitosterol (p<0.001) and
cholesterol (p<0.05), levels were significantly increased,
δ-tocopherol and stigmasterol levels were significantly
decreased (p<0.001) in the liver tissue of STZ + PO group
when compared to the STZ group.
CONCLUSION: It was determined that the application
of pine oil was of limited effect on the metabolic disorders
of GSH, total protein, some fatty acid composition and
ADEK vitamins in the liver tissue of experimental diabetic
rats.

4.
Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Parazitoloji Laboratuvarı’na 2011-2013 yılları arasında başvuran hastalarda bağırsak parazitlerinin dağılımı
Distribution of intestinal parasites in patients presenting at the Erciyes University Medical School Parasitology Laboratory between 2011 and 2013
Yunus Uyar, Merve Yürük, Emrah Erdoğan, Salih Kuk, İzzet Şahin, Süleyman Yazar
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.46354  Sayfalar 125 - 130
AMAÇ: Önemli bir kısmı fekal-oral bulaşan bağırsak
parazitlerinin oluşturduğu enfeksiyonlar; ciddi klinik
tablolara, hatta ölüme neden olmasından dolayı halk
sağlığı açısından önemini korumaktadır. Ağırlıklı olarak
küçük yaştaki çocuklar olmak üzere bağırsak parazitleri
tüm toplumu olumsuz etkileyen bir sağlık problemidir.
Bağırsak parazitleriyle oluşan klinik tabloda; karın ağrısı,
ishal, büyüme gelişme geriliği ve anemi gibi birçok önemli
bulgular gözlenebilmektedir. Sanitasyon eksikliği bağırsak
parazitlerinin yayılımında en önemli faktör olarak
görünse de toplumun sosyoekonomik durumu, iklim,
yaş, cinsiyet gibi diğer faktörler de bu enfeksiyonların
oluşumuna zemin hazırlamaktadır. Erciyes Üniversitesi
Tıp Fakültesi Hastanesi Tıbbi Parazitoloji Laboratuvarı’na
başvuran hastalarda bağırsak parazitlerinin dağılımının
değerlendirildiği bu çalışmada; 20.698 hastanın dışkı,
455’inin ise anal bant örneği incelenmiştir.
YÖNTEMLER: Dışkı örneklerinin incelenmesinde;
nativ-lugol, sedimentasyon, trikrom ve modifiye asitfast
boyama yöntemleri kullanılmıştır. Enterobius
vermicularis yumurtalarının tespit edilmesinde ise
selofan bant yöntemi kullanılmıştır.
BULGULAR: Bir veya birden fazla bağırsak
paraziti tespit edilen 3.261 (%15,4) hastanın, 1.717
(%52,65)’si erkek ve 1.544 (%47,34)’ü kadındı.
Alınan sonuçlara göre en sık rastlanan parazitler
sırasıyla; Blastocystis hominis 2.732 (%13,1), Entamoeba
coli 307 (%1,48) ve Giardia intestinalis 242 (%1,17)
olarak belirlendi.
SONUÇ: Çalışmamızın sonuçlarının daha önce
Kayseri’de yapılan epidemiyolojik çalışmalarla uyumlu
olduğu gözlendi. Bağırsak parazitlerinin görülme sıklığının
önceki çalışmalara oranla azaldığı görülmektedir.
Çevresel faktörlerde ve sosyoekonomik düzeyde olumlu
gelişmelerin meydana gelmesiyle bağırsak parazitlerinin
görülme sıklığı daha da azalma eğilimine girecektir.
İlimizde bağırsak parazitleri halen ciddi bir halk sağlığı
problemi olarak önemini korumaktadır.
OBJECTIVE: Mostly fecal-oral transmitted
intestinal parasites maintain their importance in
terms of public health due to causing severe clinical
conditions and may even cause death. Mainly
affecting young children, intestinal parasites are a
health problem that affects the entire community.
Abdominal pain, diarrhea, growth retardation and
anemia as well as many other important symptoms can
be observed in the clinic presentation of those with
intestinal parasites. Lack of sanitation seems to be
the most important factor in the spread of intestinal
parasites; socioeconomic status of the society, climate,
age, gender as well as other factors also predispose to
the occurrence of these infections. In this study, the
distribution of intestinal parasites of the patients who
admitted to Erciyes University Faculty of Medicine
Parasitology Laboratory were evaluated. Stool samples
from 20.698 patients and anal band samples from 455
patients were examined.
METHODS: Fecal samples were examined by nativelugol,
sedimentation, trichrome and modified acid-fast
staining methods. Enterobius vermicularis eggs were
determined by cellophane tape method.
RESULTS: One or more intestinal parasites were
found in 3.261 (15.4%) cases and 1.717 (52.65%) of these
patients were males and 1.544 (47.34%) of them were
female. According to the results, the most common
parasites, 2.732 (13.1%) were Blastocystis hominis,
307 (1.48%) were Entamoeba coli and 242 (1.17%) were
Giardia intestinalis respectively.
CONCLUSION: The results of our study were observed
to be consistent with epidemiological studies, which have
been previously made in Kayseri. However, the incidence
of intestinal parasites was observed to decrease when
compared with the previous epidemiological data.
Positive developments in the environmental factors and
socioeconomic levels will tend to reduce the incidence
of intestinal parasites further. Intestinal parasites still
maintain their importance as a major public health
problem in our province.

5.
Amfoterisin B, flukonazol ve vorikonazollünün kan kültürlerinden izole edilen Candida türlerine karşı antifungal aktivitesinin mikrodilüsyon ve disk diffüzyon yöntemleri ile belirlenmesi
Activities of amphotericin B, fluconazole and voriconazole against Candida bloodstream isolates determined by broth microdilution and disk diffusion methods
Nimet Yiğit, Esin Aktaş
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.05658  Sayfalar 131 - 140
AMAÇ: Candida türlerinin neden olduğu invaziv fungal enfeksiyonlar önemli ölçüde artmıştır. Kandidemiler sadece mortalite ile ilişkili olmayıp, aynı zamanda hastanede kalış süresinin uzamasına ve tıbbi bakım maliyetinin artmasına da sebep olmaktadır. Candida albicans ve non-albicans Candida türlerinin neden olduğu kandidemilerde, hastaların klinik bulgularının aynı olmasına rağmen bu türlerin antifungal ilaçlara duyarlılıkları da farklıdır. Bu çalışmada; Candida kan izolatlarının antifungal duyarlılık verilerini sunmaktadır.
YÖNTEMLER: 35 Candida albicans, 25 Candida tropicalis, 15 Candida parapsilosis, 8 Candida glabrata, 4 Candida krusei ve 3 Candida kefyr olmak üzere toplam 90 Candida izolatı incelendi. Bu türlerin amfoterisin B, flukonazol ve vorikonazole karşı antifungal duyarlılıkları %2 glukozla zenginleştirilmiş RPMI 1640 agar besiyeri kullanılarak mikrodilüsyon yöntemi (CLSI M27-A3) ve 0,5 μg/mL metilen mavisi ve %2 glukozla zenginleştirilmiş Mueller-Hinton agar besiyeri kullanılarak disk diffüzyon (CLSI M44-A2) yöntemi ile belirlendi.
BULGULAR: Candida izolatları mikrodilüsyon yöntemi ile %87,7 oranında, disk diffüzyon yöntemi ile %82,2 oranında flukonazole duyarlı bulundu. Mikrodilüsyon yöntemi ile bu izolatların %6,6’sı
(%8,5 C. albicans, %4,0 C. tropicalis ve % 25,0 C. glabrata) flukonazole karşı doza bağlı duyarlı, %5,5 ise dirençli olarak belirlendi. Dirençli suşların dördü C. krusei (%100), biri ise C. albicans (%2,8) idi. Disk diffüzyon yöntemi ile Candida suşlarının %12,2’si doza bağlı duyarlı (%17,1 C. albicans, %12,0 C. tropicalis and %25,0 C. glabrata) olarak, %5,5’i [bir izolat C. albicans (%2,8), dört izolat C. krusei (%100)] ise flukonazole dirençli olarak belirlendi. Bütün suşlar amfoterisin B ve vorikonazole duyarlı olarak bulundu.
SONUÇ: Amfoterisin B ve vorikonazollün Candida izolatlarına karşı in-vitro aktivitesinin yüksek olduğu belirlendi. Antifungal ilaçlara direnç artmaktadır ki bundan dolayı fungal patojenlerin duyarlılık profillerini değerlendirmek giderek önem kazanmaktadır.
OBJECTIVE: Invasive fungal infections caused by Candida species have increased significantly. Candidemia is not only associated with a mortality, but also extends the duration of hospital stay and increases the cost for medical care. Although, the clinical presentations of the
patients with candidemia caused by Candida albicans and non-albicans Candida species are indistinguishable, the susceptibilities to antifungal agents of these species are different. This study presents data on anti fungal susceptibility profiles of Candida bloodstream isolates.
METHODS: We tested a total of 90 strains, including 35 strains of Candida albicans, 25 strains of Candida tropicalis, 15 strains of Candida parapsilosis, 8 strains of Candida glabrata, 4 strains of Candida krusei and 3 strains of Candida kefyr. Susceptibility to amphotericin B, fluconazole and voriconazole was determined by Clinical Laboratory Standards Institute broth micro dilution method (CLSI M27-A3) using RPMI 1640 as test medium supplemented with 2% glucose and disk diffusion methods were performed according to CLSI M44-A2 using
methylene blue (0.5 μg/mL) and glucose (2%) enriched Mueller-Hinton agar.
RESULTS: In this study, 87.7%, 82.2% of Candida isolates were susceptible to fluconazole with the broth microdilution method and the disk diffusion method respectively, based on CLSI breakpoints. A further 6.6% were classified as susceptible-dose-dependent (8.5% C. albicans, 4.0% C. tropicalis and 25.0% C. glabrata) and fluconazole resistance was detected in 5.5% of all isolates by microdilution method. Four isolates of these strains were C. krusei (100%) and one strain was C. albicans (2.8%). 12.2% of Candida spp. were classified
as susceptible-dose-dependent (17.1% C. albicans, 12.0% C. tropicalis, and 25.0% C. glabrata) and fluconazole resistance was detected in 5.5% of all isolates. Four isolates of these strains were C. krusei (100%) and one strain was C. albicans (2.8%) by disk diffusion method. All isolates were susceptible to amphotericin B and voriconazole using by two methods.
CONCLUSION: Voriconazole and amphotericin B were active in-vitro against yeasts. As anti fungal drug resistance may become more frequent, it is increasingly important to evaluate current anti fungal susceptibility profiles of fungal pathogens.

OLGU SUNUMU
6.
Laboratuvar kaynaklı bruselloz: iki olgu sunumu
Laboratory acquired brucellosis: a report of two cases
İbak Gönen, Onur Kaya, Hamdi Sözen
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.37132  Sayfalar 141 - 146
Bruselloz; Brucella türü bakterilerin neden
olduğu, değişik organ ve sistemleri etkileyen ve
ülkemizde halen endemik olan zoonotik bir enfeksiyon
hastalığıdır. Enfekte hayvana temas veya enfekte
hayvanlardan elde edilen pastorize edilmemiş
süt ve süt ürünleri ile bulaşırken, bu bakterilerle
çalışan laboratuvar personeline de direkt temas ya
da inhalasyon yolu ile bulaşmaktadır. Bu nedenle
hayvancılık yapanlar ve veterinerlerin yanında
laboratuvar personeli de bruselloz açısından risk
grubunda yer almaktadır. Dünyada laboratuvardan
kazanılmış enfeksiyonlar arasında en sık karşılaşılan
enfeksiyon hastalığı brusellozdur. Bununla birlikte
ülkemizde laboratuvar kaynaklı bruselloz olguları
nadiren bildirilmiştir. Bu yazıda iki mikrobiyoloji
laboratuvar çalışanında meydana gelen ve laboratuvar
ortamında bulaşan bruselloz olguları sunulmuştur.
Olguların ikisi de bayan olup; ateş, kas ve eklem
ağrısı gibi şikayetlerle başvurmuş ve fiziki muayenede
ateş dışında bir özellik saptanmamıştır. Hemogram
ve biyokimyasal parameteleri normal sınırlar
içerisinde olan her iki olgunun ortak özelliği yakın
zamanda Brucella türü bakterilerle çalışmış olmaları
idi. Birinci olgu başlangıçta viral enfeksiyon olarak
değerlendirilmiş, tanısı yaklaşık iki hafta gecikmişti.
İkinci olguya ise birinci olgudan kazanılan tecrübe
ile tanı hemen konmuş ve tedavide herhangi bir
gecikme yaşanmamıştı. Her iki olgunun da Brucella tüp aglutinasyon testleri sırası ile 1 / 1280 ve 1 / 640
olarak pozitif saptanmış ve kan kültürlerinde Brucella
türü bakteri izole edilmiştir. Olgular doksisiklin (2 x
100 mg) ve rifampisin (1 x 600 mg) verilerek başarılı bir
şekilde tedavi edilmiştir. Sonuç olarak, bu iki olguyla
brusellozun laboratuvar ortamında bulaşabileceği,
bulaşı engellemek için personel koruyucu ekipman
kullanımının arttırılması gerektiği ve klinisyenlerin
ateş şikayeti ile başvuran laboratuvar çalışanlarında
laboratuvardan kazanılmış brusellozu araştırmaları
gerektiği unutulmamalıdır.
Brucellosis is a zoonotic infectious disease caused
by Brucella species, still endemic in our country
affecting different organs and systems. Mainly it is
transmitted by direct contact with an infected animal,
unpasteurized milk and milk products from infected
animals, and to laboratory personnel working with
these bacteriae by direct contact or with aerosol
inhalation. Therefore, beside livestock farmers and
veterinarians, laboratory personnel are also under the
risk of infection. Brucelossis is among the most common
laboratory acquired infectious diseases in the world.
However, laboratory acquired brucelossis cases are
rarely reported in our country. In this report, two cases
of laboratory acquired brucelossis in two microbiology
laboratory personnel are presented. Both of the patients
were female, presenting with fever, muscle and joint
pain and no other findings on physical examination.
Their hemogram and biochemistry parameters were
within normal ranges, and their common feature was
working with Brucella species bacteriae. The first
patient was initially evaluated as viral infection and
the final diagnosis was delayed for approximately two
weeks. The second patient however, was diagnosed
and treated on time based on our experience with the
first patient. Both patients had postivie Brucella tube
agglutination tests 1/1280 and 1/640 respectively and Brucella species microorganisms were isolated in the
blood cultures. The patients were successfully treated
with doxycicline (2 x 100mg) and rifampicin (1 X 600mg).
As a result, we would like to remind that brucellosis
might be transmited in the laboratory environment and
in order to prevent the contamination the personnel
must comply with the use of protective equipment. As
for the clinicians, they should consider investigating
brucellosis in laboratory personel presenting with fever.

DERLEME
7.
Bir halk sağlığı problemi olan şaşılıkların mitokondriyal sitopatilerle birlikteliği
The association of strabismus- a public health problem- with mitochondrial cythopathies
Rahmi Duman, Ayşegül Kaymak, Mehmet Balcı
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.34635  Sayfalar 147 - 154
Şaşılık gözlerde kayma olarak bilinen sabit veya
aralıklı olarak göz hareketlerinde sapma ve azalmış
binoküler görme ile karakterize genellikle ambliyopi
ile sonuçlanan heterojen bir grup hastalıktan
oluşmaktadır. Şaşılığın değişik sınıflamaları mevcuttur.
Manifest şaşılıkları; konkomitant ve inkomitant olarak
ikiye ayırabiliriz. Konkomitant şaşılık; çocuklarda
sık görülen, kayan gözün her bakış pozisyonunda
fikse eden göze eşlik ettiği ve kayma açısının her
bakış pozisyonunda aynı olduğu bir şaşılık formudur.
İnkomitant şaşılık ise erişkinlerde sık görülen, kayma
açısının her bakış pozisyonunda farklı olduğu, bir veya
birden fazla göz kasının felcine bağlı olarak ortaya
çıkan (paralitik) bir şaşılık formudur. Konkomitant
şaşılığın genetiği karmaşık yapısından dolayı tam olarak
aydınlatılamamıştır. İnkomitant form toplumda daha
az görülmesine rağmen, genetiği konkomitant forma
göre daha fazla aydınlatılabilmiştir. Mitokondriyal
sitopatiler; anneden aktarılan mitokondriyal DNA’nın
(MtDNA) silinmesi veya mutasyonu sonucu oluşan ve
adenozin trifosfat (ATP) üretiminin bozulmasına yol
açan bir grup hastalıktan oluşmaktadır. Mitokondriyal
sitopatilerde oluşan mutasyonlar sonucunda öncelikle
kasların yoğun olduğu, oksidatif fosforilasyon
ihtiyacının fazla olduğu organlar önemli derecede
etkilenmektedir. Göz kapaklarından ekstraoküler
kaslara, retinaya kadar tüm görme sistemi yüksek
oksidatif fosforilasyona ihtiyaç duymaktadır. Bu yüzden göz ilk etkilenen organlardan birisidir.
Mitokondriyal sitopatilerde en sık gözlenen
bulgular ise şaşılık ve pitozistir. Mitokondriyal DNA
mutasyonları ve silinmeleri sonucu oluşan özel
şaşılık tipleri ise kronik progressif eksternal
oftalmopleji (KPEO) ve Kearns-Sayre Sendromu
(KSS)’dur. Şaşılıkta genetiğin rolünün aydınlatılması
hastalık patogenezinin daha iyi anlaşılmasına ve
daha etkin tedavi protokolleri geliştirilmesine
basamak olacaktır. Mevcut tedavi yöntemleri ile
tedavide yetersiz kaldığımız olguları daha sıkı
takip etmemizi ve farklı tedavi yöntemleri
geliştirmemizi sağlayacaktır. Bu derlemede;
klinikte çok kolay birbirine karışabilecek olan
inkomitant şaşılıkların bir bölümünü oluşturan
mitokondriyal sitopatilerle birlikte görülen
şaşılıkların klinik ve genetik özelliklerini ortaya
koymayı amaçladık.
Strabismus which is known as misalignment of
eyes, is characterized with stable or intermittent
aberrance of eye movements along with reduced
binocular vision and it is composed of a heterogeneous
group of diseases which are generally concluded with
ambliyopia. There are variable classifications of
strabismus. We can separate manifest strabismus into
two, as concomitant and incomitant. Concomitant
strabismus which is often observed in children
is a form of strabismus, in which squinting eye
accompanies with fixed eye in every view position
and the angle of eye shearing is identical in every
view position. Whereas, incomitant strabismus is
frequently observed in adults, the angle of eye
shearing is different in every view position and it
is a paralytic form of strabismus which occurs due
to the paralysis of one or more of the eye muscles.
The genetics of the concomitant strabismus is not
precisely enlightened because of its complicated
structure. Although, incomitant form of strabismus is
observed in lesser extent in the general population;
its genetics are enlightened more compared to the
concomitant form of strabismus. Mitochondrial
cytopathies are composed of a group of diseases
that occur as the result of deletion or mutation of
maternally transmitted mitochondrial DNA (MtDNA)
and this group of disorders causes the disruption of
ATP (adenosine triphosphate) production. In the result
of mutations that have occurred in the mitochondrial
cytopathies; at the first place are organs which contain high proportion of muscle and have excessive
oxidative phosphorylation requirement, are affected
significantly. All visual system, from eyelids to
extraocular muscles and retina, needs excessive
oxidative phosphorylation. For this reason, the
eye is one of the organs that is affected primarily.
Most frequently observed findings in mitochondrial
cytopathies are strabismus and ptosis. Specific
strabismus types that are formed in the result of
mitochondrial DNA mutations and deletions are
Chronic Progressive External Ophthalmoplegia (CPEO)
and Kearns-Sayre Syndrome (KSS). The enlightening
of the role of genetics on strabismus is going to
be a step toward better understanding of disease
pathogenesis and for creating more effective
treatment protocols. Additionally, this will provide
us to develop distinct treatment methods; and to
follow-up cases more tightly, which are not treated
efficiently with existing treatment methods. In this
review, we purposed to compile the clinical and
genetic features of strabismus that is observed with
mitochondrial cytopathies, which constitute the one
part of incomitant strabismuses that can be very
easily intermingled with each other.

8.
Engeller teknolojisinde bakteriyosinlerin kullanımı
Usage of bacteriocins in hurdle technology
Evrim Günes-altuntaş
doi: 10.5505/TurkHijyen.2014.02419  Sayfalar 155 - 164
Gıdaların muhafazasında tek bir yöntemin kullanımı
yerine birden fazla yöntemin birlikte kullanımının daha
iyi sonuçlar verdiği bilinmektedir. Engeller teknolojisi
olarak adlandırılan bu teknik, birçok muhafaza yöntemini
bünyesinde barındırmaktadır. Engeller teknolojisinde
antimikrobiyal maddelerin kullanımı da mümkündür.
Bakteriler tarafından üretilen ve gıdalarda özellikle
Gram pozitif bakterilere karşı inhibitör etkileri bulunan
bakteriyosinlerin bu amaçla kullanımı üzerinde
yoğunlaşan çalışmalar bulunmaktadır. Bakteriyosinlerin
antibiyotikler ile benzer oldukları düşünülse de gıdalarda
antibiyotik kullanımının sınırlı olması ve bakteriyosinlerin
insan vücudunda parçalanabilen bileşikler olması bu
antimikrobiyal peptitleri daha avantajlı kılmaktadır.
Birçok bakteri türü bakteriyosin üretme yeteneğinde
olup, ürettikleri bakteriyosinler daha çok yakın türlerine
karşı antimikrobiyal etki göstermektedir. Bakteriyosinlerin
doğal biyokoruyucu olmalarından dolayı üzerlerinde pek
çok çalışma yapılmasını sağlamıştır. Ancak gıdaların raf
ömrünü uzatmak amacıyla kullanılan bakteriyosinler,
genellikle sadece Gram pozitif bakterilere karşı inhibitör
etki gösterebilmektedirler. Bu durum Gram negatif
patojenlerin inhibisyonu için sorun teşkil etse de, aslında
gıdalarda Gram negatif patojenlerin inhibisyonunda
bakteri hücrelerinin parçalanmasını, koruyucu tabaka olan dış membranın kısmen bozulmasını sağlayacak diğer
engeller ya da uygulamalar ile birlikte kullanılabilirler.
Birçok bakteriyosin diğer kimyasal koruyucuları, doğal
fenolik bileşikleri ve diğer antimikrobiyal proteinleri de
içeren antimikrobiyal maddelerle kombine halde
kullanıldığında destekleyici ya da sinerjetik etki
gösterebilmektedir. Bu uygulama şekli ya da
farklı bakteriyosinlerin birlikte kullanımı dirençli
mikroorganizmalara karşı etkili bir inhibisyon ortaya
koyabilmektedir. Bakteriyosinlerin yüksek basınç
uygulaması gibi fiziksel uygulamalar ile kombinasyonu
gıda muhafazasında oldukça iyi sonuçlar sunabilmektedir.
Bu güne kadar daha çok bakteriyosinlerin ortam pH’sını
düşüren bileşiklerle veya etilen dramin tetraasetik
asit (EDTA) benzeri kimyasallarla birlikte kullanımları
denenmiştir. Bu derlemede, bakteriyosinlerin diğer
koruyucu sistemlerle birlikte kullanımı, başka bir
deyişle engeller sistemi kapsamındaki farklı kullanımları
özetlenmeye çalışılmıştır.
It is known that instead of using a single method
for food preservation, use of multiple methods provides
better results. These multiple methods are known as
hurdle technology and incorporate many preservation
methods. In hurdle technology it is also possible to use
antimicrobial agents. There is some research focusing
on usage of bacteriocins which are produced by bacteria
and have inhibitor effect against especially Gram
positive bacteria for this purpose. Although it is thought
bacteriocins are similar to antibiotics, because of usage
of antibiotics in foods is limited and bacteriocins are
degradable compounds in the human body makes the
bacteriocins more advantageous. Many bacterial species
produce bacteriocins, that often have an antimicrobial
effect on closely related organisms. These compounds
have been extensively studied because of being natural
biopreservatives. Even when bacteriocins have been
used to extend shelf-life of foods, in general they only
show inhibitor effect against Gram positive bacteria.
Though this is a problem for the inhibition of Gram
negative pathogens, actually, bacteriocins can also be
applied for the inactivation of Gram negative pathogens
in foods in combination with other hurdles or treatments
to induce cell damage and partial disorganization of the
outer membrane protective layer. Several bacteriocins show additive or synergistic effects when used in
combination with other antimicrobial agents, including
chemical preservatives, natural phenolic compounds,
as well as other antimicrobial proteins. This method,
as well as the combined use of different bacteriocins
can show an effective inhibition against resistance
microorganisms. The combination of bacteriocins
and physical treatments like high pressure processing
also offer good results for more effective preservation
of foods. To date, mostly using bacteriocins with
the agents reducing the pH of the media or chemicals
such as EDTA (ethylene diamine tetraacetic acid)
are tested. In this review, different usage of the
bacteriocins, in other words different usage of
bacteriocins within the scope of hurdle technology have
tried to summarize.

LookUs & Online Makale
w