ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Türk Hijyen ve Deneysel Biyoloji Dergisi - Turk Hij Den Biyol Derg: 75 (1)
Cilt: 75  Sayı: 1 - 2018
ARAŞTIRMA
1.
Türkiye’de Ulusal Antimikrobiyal Direnç Surveyans Sistemi (UAMDSS) için Duyarlılık Testlerinin Laboratuvar Değerlendirmesi
Laboratory Evaluation of susceptibility tests for National Antimicrobial Resistance Surveillance System (NAMRSS) in Turkey
Efsun Akbaş, Nilay Çöplü, Hüsniye Şimşek, Berrin Esen, Berna Sezgin
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.89166  Sayfalar 1 - 12
GİRİŞ ve AMAÇ: Antimikrobiyal direnç dünya çapında büyüyen bir problemdir, ve bu problem ile savaşmak için bazı önlemler alınmalıdır. Mevcut durum analizi bunlardan biridir ve Ulusal Antimikrobiyal Direnç Surveyans Sistemi (UAMDSS) bu amaçla kurulmuştur. Verilerin kalitesi katılımcı laboratuvarların performansına bağlıdır, o nedenle sistemdeki laboratuvarların değerlendirilmesine ihtiyaç olmuştur. Bu çalışma katılımcı laboratuvarların antimikrobiyal duyarlılık testi ihtiyaçları için durumunu analiz etmeyi amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: UAMDSS için ülke çapında seçilmiş 77 katılımcı laboratuvar bulunmaktadır. Kapasite analizi çalışmasına bunlardan 25 adedi dahil edilmiştir. Laboratuvarların değerlendirilmesi için 'kontrol listesi' özellikleri olan bir Laboratuar Değerlendirme Aracı (LAT) yüz yüze görüşmelerle kullanılmıştır. LAT Dünya Sağlık Örgütü tarafından geliştirilmiş, 10 modülde 677 soru içeren bir programdır. Antimikrobiyal duyarlılık testi (AST) için sorular eklenerek kullanılmıştır. Laboratuvar ziyaretleri öncesinde, bir çalıştayda eğitim alan toplam 33 gönüllü uzmandan ekipler oluşturuldu ve her ekipte en az iki kişi bulunmaktaydı. LAT’ı uygulamak için bu ekipler laboratuvarları ziyaret etmiştir. Veriler bir veritabanına aktarılmıştır ve hem genel koşullar hem de AST kapasitesi için analiz edilmiştir.
BULGULAR: Laboratuvarların kurumsal dağılımı üniversite hastanesi (n = 17), eğitim ve araştırma hastanesi (n = 4), devlet hastanesi (n = 2) ve askeri hastane (n = 2) şeklindeydi. UAMDSS laboratuvarları, biri hariç, tanımlama ve AST testlerini otomatize sistemlerin yanısıra disk difuzyon ve minimum inhibitöe konsantrasyon (MIC) testleri ile yapmaktadır. Ayrıca, laboratuvarlar modüllerden üçü için genellikle “iyi durumda” (yaklaşık > %85) olup, diğer modüller, farklı derecelerde “bazı gelişmelere ihtiyaç duyan” sorunlar olduğunu öne sürmektedir. İç kalite kontrol uygulamaları dışındaki AST testlerine odaklandığında, AST test kültürü ortamı ve reaktifleri için kullanılabilirlik, tanımlama ve AST test kapasitesinin % 84-95 arasında olduğu gözlenmiştir. Toplam kalite %67 olarak bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: UAMDSS laboratuvarlarının, hem surveyans sistemi hem de hastaların etkin tedavisinde kanıta dayalı kararlar için gerekli olan AST’de güvenilir sonuçlar sağlayabildikleri görülmektedir. Öte yandan, bazı diğer konularda iyileştirme gerekmektedir.
INTRODUCTION: Antimicrobial resistance is a growing problem worldwide, and to combat with this problem some measures should be taken. Analysis of current situation is one of them and National Antimicrobial Resistance Surveillance System (NAMRSS) was established for this purpose. The quality of the data depends on the participating laboratories performance, so there was need for an assessment of the laboratories in the system. This study was aimed to analyse the status of the participating laboratories for antimicrobial susceptibility testing requirements.
METHODS: There were 77 participating laboratories selected for NAMRSS throughout the country. Twenty-five of them were included in for capacity analysis study. A Laboratory Assessment Tool (LAT) was used for the evaluation of laboratories with ‘checklist’ features, and face-to-face interviews were used. LAT was a programmeme containing 677 questions in 10 modules that have been developed by World Health Organization (WHO). It was used with additional queries for antimicrobial susceptibility tests (AST). Teams were formed from a total of 33 volunteer experts who received training prior to laboratory visits in a workshop, and there were at least two people in each team. They have visited the laboratories for implementing the LAT. Data were transferred to a database and analysed for both general conditions, and AST capacity.
RESULTS: Laboratories were distributed institutionally as university hospital (n=17), training and research hospital (n = 4), state hospital (n = 2) and military hospital (n = 2). NAMRSS laboratories performed identification and AST by automated systems as well as disc diffusion and minimum inhibitory concentration (MIC) tests except for one laboratory. Also, the laboratories were generally in 'good standing' (approx. > 85 %) for three of the modules, where the other modules suggest that there are issues that 'need some improvements' at different degrees. When focused on AST tests, other than internal quality control applications, it was observed that availability for AST testing culture media and reagents, identification and AST testing capacity are in between 84-95 %. The fulfilment of total quality requirements was 67%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: NAMRSS laboratories seem to be able to support reliable results in AST, which is essential for both surveillance system and evidence based decisions of efficient treatment of patients. On the other hand, improvement in some other issues is necessary.

TÜM DERGİ
2.
THDBD 2018-1 Cilt 75 Tüm Dergi
TBHEB 2018-1 Vol 75 Full Printed Journal
Utku Ercömart
Sayfalar 1 - 100
Makale Özeti |Tam Metin PDF

ARAŞTIRMA
3.
Eş zamanlı servikal sitoloji örneklerinde yüksek riskli HPV tiplerinin varlığı ve dağılımı
The presence and distribution of high risk HPV types in simultaneous cervical cytology samples
Sibel Aydoğan, Aylin Yazgan, Emre Erdem Taş, Ayşegül Gözalan, Ayşe Filiz Yavuz, Ziya Cibali Açıkgöz
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.15986  Sayfalar 13 - 20
GİRİŞ ve AMAÇ: Human papillomavirus reprodüktif sistemin en sık görülen viral enfeksiyon etkenidir ve neredeyse tüm serviks kanseri olgularıyla ilişkisi gösterilmiştir. Servikal kanser tarama programları ile erken tanı ve tedavi sayesinde insidans ve mortalite oranları etkin bir şekilde azalmaktadır. Bu çalışmada üç yıllık bir süre içinde çalışılan HPV DNA test sonuçları ve eş zamanlı servikal sitoloji örneklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2012-2014 yılları arasında Moleküler Mikrobiyoloji Laboratuvarı’ na HPV DNA araştırılması ve genotip tayini amacıyla gönderilen 328 hastaya ait sonuçlar retrospektif olarak analiz edilmiştir. Ayrıca aynı hasta grubuna ait eş zamanlı sitoloji sonuçları da patoloji laboratuvarı tarafından retrospektif olarak değerlendirilmiş, gerek duyulan örnekler tekrar incelenerek, servikal anormallikler ile HPV varlığı ve genotipler arasındaki ilişkiler ortaya konulmuştur. Servikal örnek alımında DigeneHC2 DNA Collection Device® kullanılmış ve DNA eldesi QIAamp® DNA Mini Kit ile yapılmıştır. DNA örneklerinde yüksek riskli HPV tiplerinin varlığı Genotyping Kit HPV GP kullanılarak araştırılmıştır. Sitolojik değerlendirme konvensiyonel Papanicolau test ile yapılmış ve sonuçlar 2001 Bethesda Sistemi’ne göre yorumlanmıştır.
BULGULAR: Hastaların yaş ortancası 36 olup, test sonucu pozitif ve negatif kadınların yaş ortancaları arasında anlamlı fark bulunmamıştır. Yüksek riskli HPV DNA analizi yapılan 328 hastanın 110 tanesinde (%33.5) pozitif sonuç elde edilmiş ve %22.7 oranında multiple tip varlığı bulunmuştur. En sık saptanan tipler HPV-16/51/18/56 olarak belirlenmiştir. Hastaların 270’inde eş zamanlı sitolojik değerlendirme yapılmış ve %21.5 anormal sitoloji saptanmıştır. Anormal sitoloji saptanan hastaların sitolojik bulgulara göre dağılımı; %48.3 ASCUS, %34.5 LSIL, %7 ASC-H, %7 HSIL ve %3.5 AGUS şeklinde olmuştur. Anormal sitoloji saptanan hastalardaki HPV pozitifliği (%50), normal sitolojili hastalardaki HPV pozitifliğinden (%28.3) istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p=0.002). Çalışmamızda Tip 16 anormal sitolojili grupta %38, normal sitolojili grupta ise %44 oranında saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Servikal kanser tarama programları tüm dünyada hızla önem kazanırken, HPV genotipleme önemli bir rol üstlenmektedir. Normal sitolojili hastalarda da Tip 16’nın yüksek oranda saptanması, sitolojik incelemenin mutlaka DNA çalışması ile desteklenmesi ve hastaların yakın takibe alınması gerekliliğini kanıtlamaktadır.
INTRODUCTION: Human papillomavirus (HPV) is the most detected viral pathogen of reproductive system and almost all servical carsinomas are related to HPV. The incidance and mortality rate of cervical carsinomas are significantly on the decrease by means of early diagnosis and treatment as a result of screening programmes. The aim of the study is to evaluate the results of HPV DNA and cervical cytology specimens simultaneously in a three year period.
METHODS: The test results of 328 patients that were send to Molecular Microbiology Laboratory for HPV DNA and genotype between 2012-2014 were retrospectively analysed. The cytology results of the patients were reviewed simultaneously by pathology laboratory and reexamined if necessary. The relationship between cervical anomalies and the presence of HPV DNA and genotypes were evaluated. Cervical samples were collected in DigeneHC2 DNA Collection Device and DNA was isolated using QIAamp DNA Mini Kit. DNA samples were tested for high risk HPV infection by the Genotyping Kit HPV GP. Conventional (Papanicolau) smears were evaluated cytologically according to 2001 Bethesda System.
RESULTS: The median age of the patients was found 36 and there was no significant difference between the median ages of the HPV DNA negative and positive women. High risk HPV DNA was determined 110 out of 328 patients (33.5%) and multiple types were detected 22.7% of the cases. The most determined types were HPV-16/51/18/56. Abnormal cytology was detected from 21.5% of the 270 patients that were evaluated by pathologist simultaneously. The abnormal cytologic signs of the patients were reported as 48.3% ASCUS, 34.5% LSIL, 7% ASC-H, 7% HSIL and 3.5% AGUS. The HPV DNA positivity of the patients with abnormal cytologic results (50%) were found high significantly comparing the patients with normal cytology (28.3%) (p=0.002). The type 16 was determined 38% and 44% from the patients with abnormal and normal cytology, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The genotyping of HPV plays an important role as the cervical cancer screening programmes are gaining importance globally. The determination of high rates of type 16 from patients with normal cytology proves that cytologic tests results should be supported by DNA typing and those patients should be followed up closely.

4.
Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde Hastane Enfeksiyonu Etkeni Olarak İzole Edilen Candida Suşlarının Dağılımı (2010-2015)
Distribution of Candida species isolated from Nosocomial infections of Ankara Numune Training and Research Hospital (2010-2015)
Gülşen Hazırolan
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.03360  Sayfalar 21 - 28
GİRİŞ ve AMAÇ: Son yıllarda nozokomiyal Candida enfeksiyonlarının epidemiyolojisinde ve tedavisinde kullanılan antifungallerle ilgili önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır. Nozokomiyal kandida enfeksiyonları en sık etken olan tür Candida albicans olmakla beraber, albicans dışı Candida türlerininde sıklığı artmaktadır. Bu çalışmada nozokomiyal kandida enfeksiyonlarından izole edilen Candida türlerinin dağılımını değerlendirilerek hastanemiz ve ülkemiz epidemiyolojik verilere katkı sağlanması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada Ocak 2010-Aralık 2015 tarihleri arasında Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi yoğun bakım ve klinik sevislerinde yatarak tedavi gören hastalarda gelişen 3840 nozokomiyal enfeksiyondan izole edilen etkenler değerlendirilmiştir. Çeşitli klinik örneklerden izole edilen Candida suşları Hastane Enfeksiton Kontrol Komitesi tarafından, CDC kriterlerine göre nozokomiyal enfeksiyon etkeni olarak kabul edilmiştir. Nozokomiyal enfeksiyon etkeni olarak tespit edilen 350 Candida suşun dağılımı incelenmiştir.
BULGULAR: : İzlenen dönem içinde hastanemiz yoğun bakım ünitelerinden 2559, klinik ünitelerinden 1281 nozokomiyal enfeksiyon tespit edilmiştir. Nozokomiyal enfeksiyon etkenleri içinde Candida türleri, yoğun bakımlarda %11.2, klinik ünitelerde %3.7 oranında nozokomiyal enfeksiyon etkeni olarak saptanmıştır. Candida albicans (%39.7), nozokomiyal kandida enfeksiyonlarına neden olan türler arasında en sık görülen etken olarak tespit edilmiştir. Albicans dışı kandida türleri arasında ise en sık görülen etkenin C. parapsilosis (%20.9) olduğu saptanmış bunu C. glabrata (%17.4) ve C. tropicalis (%15.1) izlemiştir. En sık karşılaşılan nozokomiyal kandida enfeksiyonu üriner sistem enfeksiyonu olarak tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Nozokomiyal kandida enfeksiyonlarının epidemiyolojisi yıllara göre ve merkezlere göre değişebilmektedir. Nozokomiyal kandida enfeksiyonlarının uygun yönetilebilmesi için, hastanelerde düzenli aralıklar ile epidemiyolojik çalışmaların yapılması gerekmektedir.
INTRODUCTION: In the recent years, the epidemiology of nosocomial Candida infections and antifungals used in the treatment have changed significantly. Although Candida albicans is the most frequently identified species but, incidence of non-albicans Candida species are increased. In this study, we aimed to contribute to the epidemiological database of our hospital and country by valuating the distribution of Candida species isolated from nosocomial Candida infections.
METHODS: Agents isolated from 3840 nosocomial infections that detected in patients hospitalized in intensive care units and clinical departments of Ankara Research and Training Hospital during January 2010 and December 2015 were evaluated. Candida species isolated from various clinical specimens were evaluated by Infection Control Committee according to the "Centers for Disease Control and Prevention (CDC)" criteria. Distrubition of 350 Candida species isolated from nosocomial infections were investigated.
RESULTS: During the study period, the number of nosocomial infections determined among the patients hospitalized at the intensive care units and clinical departments were 2559 and 1281 respectively. The rate of Candida species detected from nosocomial infections in intensive care units and clinical departments were 11.2%, 3.7% respectively. The most common Candida species identified as agent of nosocomial Candida infections was Candida albicans (39.7%). Among the non-albicans Candida group, C. parapsilosis (20.9%) was the most common agent followed by C. glabrata (17.4%) and C. tropicalis (15.1%). Urinary tract infections were detected as the most common nosocomial Candida infections.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Epidemiology of nosocomial Candida infections can be change between years and hospital to hospital. Epidemiological studies should be performed at regular intervals in all hospitals in order to appropriate control of nosocomial Candida infections.

5.
Escherichia coli idrar izolatlarında sıvı mikrodilüsyon yöntemi ile fosfomisin duyarlılığının belirlenmesi ve üriner sistem enfeksiyonlarında sıklıkla kullanılan diğer antibiyotiklerle duyarlılığın karşılaştırılması
The determination of fosfomycin susceptibility with broth micro dilution method in urinary Escherichia coli isolates and comparison of sensitivity against other antibiotics frequency used in urinary tract infections
Serap Süzük, Banu Kaşkatepe, Havva Avcıküçük, Laser Sanal, Gül Erdem, Nilay Çöplü
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.87094  Sayfalar 29 - 36
GİRİŞ ve AMAÇ: Üriner sistem enfeksiyonları tüm dünyada en sık görülen enfeksiyonlar arsında yer almaktadır ve genellikle en sık görülen etken Escherichia coli’dir. Amerikan Enfeksiyon Hastalıkları Cemiyeti’nin (The Infectious Diseases Society of America, IDSA) hazırladığı rehbere göre üriner sistem enfeksiyonlarında ilk tercih olarak önerilen antibiyotikler nitrofuratoin (NIT), trimetoprim-sülfometaksazol (TMP-SXT) ile fosfomisin (FOS) olup tedavi başarısızlığı söz konusu olduğunda siprofloksasin önerilmektedir. Bu çalışmada ayaktan tedavi gören hastalarda ÜSE etkeni olarak izole edilen E.coli izolatlarında European Committee on Antimicrobial Susceptibility Testing (EUCAST) önerilerine göre nitrofuratoin, fosfomisin, trimetoprim-sülfometaksazol ve siprofloksasinin in vitro etkinliğinin araştırılması amaçlanmıştır. Ek olarak FOS için disk difüzyon (DD) zon çapı sınır değeri EUCAST’de bulunmadığı için sıvı mikrodilusyon sonuçlarının, Clinical and Laboratory Standards Institute (CLSI) ile değerlendirilen DD sonuçları ile karşılaştırılması hedeflenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Mayıs 2014-Eylül 2014 tarihleri arasında ayaktan hasta olarak başvuran ve etken olarak izole edilen 302 E. coli izolatı dahil edilmiştir. İzolatların antibiyotik duyarlılık verileri EUCAST önerileri doğrultusunda NIT, TMP-SXT ve siprofloksasin (CIP) için disk difüzyon (DD) yöntemi ile FOS için minimum inhibitör konsantrasyonu (MİK) sıvı mikrodilüsyon yöntemi ile saptanmıştır.
BULGULAR: Disk difüzyon yöntemi ile çalışılan NIT, TMP-SXT ve CIP’e karşı direnç oranları sırasıyla; %1.66, %45.36 ve %42.38 olarak saptanmıştır. Fosfomisin için her iki yöntemle de izolatların tamamı duyarlı bulunmuştur. İzolatların CIP ile TMP-SXT’e birlikte dirençli olma yüzdesi%29.14 olarak saptanmıştır. İzolatların FOS için MİK50/MİK90 değerleri sırasıyla 2 μg/mL /8 μg/mL olarak belirlenmiştir. İzolatların FOS MİK değerlerinin EUCAST epidemiyolojik cutoff (ECOFF) verileri ile uyumlu olduğu görülmüştür. FOS için DD testi sonucunda ölçülen zon çapları ile MİK değerleri arasında Pearson korelasyon analizi ile ters yönde zayıf bir korelasyon olduğu belirlenmiştir (r=-0,5238, p=0,00).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yapılan değerlendirmede ülkemiz için CIP ve TMP-SXT’nin ampirik tedavi için uygun seçenekler olmadığı, FOS MİK değerlerinin henüz çok yükselmediğinden ampirik tedavide tercih edilebilecek bir antibiyotik olabileceği kanısındayız. Ülkemizde ayaktan hastalara uygulanan antibiyotik kullanım oranları sürveyans verileri ile çalışmamızdan elde edilen direnç oranları ile birlikte yapılan değerlendirmede bulunan sonuçlar antibiyotik kullanımı ile direnç gelişimi arasındaki ilişkiyi net olarak göstermektedir. Bu gerekçelerden dolayı ÜSE tedavi protokollerinde kültür ve antibiyotik duyarlılık test sonuçlarına göre tedaviye başlanmasının önemini vurgulamak istiyoruz.
INTRODUCTION: Infections of the urinary tract are included among the most common infections globally, and the most frequently seen pathogen is Escherichia coli. Nitrofurantoin, trimethoprim-sulfamethoxasole and fosfomycin are recommended as the first choice antibiotics for urinary system infections according to the guideline prepared by Infectious Diseases Society of America (IDSA). Ciprofloxacin is recommended in case of treatment failure. The aim of the study was to investigate the in vitro efficacy of nitrofurantoin, fosfomycin, trimethoprim sulfamethoxazole and ciprofloxacin on isolates obtained as the agent of UTI. Additionally it was aimed to compare MIC results with disk diffusion (DD) results evaluated according to Clinical and Laboratory Standards Institute (CLSI) for want of FOS DD zone diameter limits in EUCAST.
METHODS: 302 E. coli isolates obtained from urine specimens of outpatients who applied with UTI complaint between May 2014 and September 2014. The antibiotic susceptibility of isolates were determined according to the recommendations of European Committee on Antimicrobial Susceptibility Testing (EUCAST) using the disc diffusion method for nitrofurantoin, trimethoprim sulfamethoxazole and ciprofloxacin and minimum inhibitor concentration (MIC) was determined with broth microdilution method forfosfomycin.
RESULTS: The susceptibility rates tested with disc diffusion method for nitrofurantoin, trimethoprim sulfamethoxazole and ciprofloxacin were 1.66%, 45.36% and 42.38%, respectively. The entire portion of test isolates were found susceptible against fosfomycin based on the MIC values. The rate of resistance of the isolates against both ciprofloxacin and trimethoprim sulfamethoxazole was found to be 29.14%. The MIC50/MIC90 values against fosfomycin were found 2 µg/ml and / 8 µg/ml respectively. Fosfomycin MIC values of isolates were detected as consistent with EUCAST epidemiologic cutoff (ECOFF) data. The Pearson correlation analysis was carried out for zone diameters measured for fosfomycin as a result of disc diffusion test and MIC values showed a weak reverse correlation (r=-0,5238, p=0,00).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We have the opinion that ciprofloxacin and trimethoprim sulfamethoxazole are not suitable choices for empirical treatment for our country based on this evaluation and fosfomycin can be the antibiotic that could be preferred in empirical treatment since its MIC values have not increased much yet. The data of the antibiotic consumption surveillance carried out on the outpatients in our country together with the results of the present study clearly show the relationship between the use of antibiotics and development of resistance. Accordingly, we want to emphasize the importance of starting therapy according to the results of cultures and antibiotics susceptibility results based on the UTI treatment protocols.

6.
Bursa’da 2013-2014 Yılları Arasında Sıtma Epidemiyolojisi
The Epidemiology of Malaria in Bursa between 2013 and 2014
Oktay Alver, Beyza Ener
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.47354  Sayfalar 37 - 42
GİRİŞ ve AMAÇ: Sıtma, enfekte Anopheles cinsi dişi bir sivrisineğin insanı sokmasıyla bulaşan sivrisinek kaynaklı enfeksiyon hastalığıdır. Bu araştırmada, Bursa İl Halk Sağlık Müdürlüğü, Sıtma Kontrol Birimi’nden elde edilen veriler kullanılarak, Ocak 2013-Aralık 2014 tarihleri arasında sıtma epidemiyolojisi değerlendirilmiştir. Çalışmamızda Bursa’da Ocak 2013- Aralık 2014 tarihleri arasında sıtma epidemiyolojisi incelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Sıtmalı olguların, yaş grupları, cinsiyetleri, tespit edildiği yerleşim bölgesi, paraziti aldığı yer, enfeksiyonun tanı konulduğu ay, parazit türü ve importe olup olmadığı değerlendirmeye alınmıştır.
BULGULAR: İki yıllık dönemde toplam 7853 kan örneği incelenmiş olup, bunların 12’sinde (%0,15) sıtma paraziti rapor edilmiştir. Olgularda erkeklerin oranı %91,7 (11 olgu), kadınların oranı %8,3’dür (1 olgu). Olguların yaş dağılım aralığı 20 ile 61 arasında değişiyorken yaş ortalaması 35,5±14,92 idi. Olguların 11’inde (%91,7) P. falciparum, birinde (%8,3) P. vivax etken parazit idi. P. falciparum sıtması olgularının tamamının Afrika ülkelerinden (Gana, Tanzanya, Nijer, Gine, Kamerun, Gabon, Gambiya) Bursa’ya gelen importe olgular olduğu görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmanın gelecekte bu bölgede ve Türkiye’de sıtma ile ilgili yapılacak prevalans çalışmalarına katkı sağlayacağına inanıyoruz.
INTRODUCTION: Malaria is a mosquito-borne infectious disease that is transmitted most commonly by an infected female Anopheles mosquito to humans. This study intended to investigate the malaria epidemiology in Bursa Province using the data provided by the Malaria Control Unit of Public Health Directory, from January 2013 through December 2014.
METHODS: The cases were evaluated according to age groups, gender, parasite species, the month in which the infection was detected and the origin of district (indigenous or imported cases).
RESULTS: During a period of two years, a total of 7853 blood smears were examined and malaria parasite was found in 12 cases (0,15%). Among the group, 11 (91,7%) were male and 1 (8,3%) was female. The mean age was 35,5±14,92 years, while the age range varied between 20 and 61 years. P. falciparum was observed in 11 cases (91,7%) and one case (8,3%) was P. vivax. All P. falciparum cases were found to be imported cases coming to Bursa from African counteries (Ghana, Tanzania, Niger, Guinea, Cameroon, Gabon, Gambia).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study can contribute to the malaria prevalence studies to be conducted in this area and Turkey in future.

7.
Vajinit Ön Tanılı Kadınlarda Trichomonas vaginalis Sıklığının Araştırılması Ve Tanısında Üç Farklı Kültür Yönteminin Karşılaştırılması
Comparison of Three Different Culture Methods in the Diagnosis and Investigation of frequency of Trichomonas vaginalis In Womens Wıth The Pre-Dıagnosıs Of Vagıntıs
Fatih Akyıldız, Semra Özçelik, Necati Özpınar, Savaş Karakuş
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.90912  Sayfalar 43 - 52
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada değişik kültür yöntemleri kullanılarak vaginit ön tanılı hastalardan alınan örneklerde Trichomonas vaginalis görülme sıklığı araştırılmış ve klinik materyalden yola çıkılarak parazitin izolasyonunda hangi kültür yönteminin daha uygun olduğu saptanmaya çalışılmıştır
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada Cumhuriyet Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniğine Kasım 2015 - Haziran 2016 tarihleri arasında vaginit ön tanısı ile başvuran hastalar incelendi. Yaşları 18 ile 68 arasında değişen 100 kadın hastanın vaginal sürüntü örnekleri InPouch TV sistem, Cystein Pepton Liver Maltose (CPLM) ve Trichomonas Broth (TB) kültür yöntemleri ile incelenmiştir.
BULGULAR: Çalışma sonucunda, 100 hastanın 4 (%4.0)’ünde çalışmada kullanılan tüm besiyerlerinde Trichomoas vaginalis saptandı. Trichomoas vaginalis CPLM ve TB besiyerlerinde altıncı ve yedinci güne kadar, InPouch TV besiyerinde ise onikinci güne kadar canlı kaldığı belirlendi. Parazitin InPouch TV ve TB besiyerinde daha yoğun ve hızlı bir şekilde çoğaldığı, CPLM besiyerinde ise normal bir seyir izlediği tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak çalışmamızda polikliniğine gelen vaginit öntanılı 100 hastadan alınan örneğin dört (% 4)’ ü çalışmaya alınan üç farklı kültür ortamında da pozitif olarak tespit edilmiştir.T. vaginalis izolasyon ve identifikasyonu açısından en uygun kültür, gerek izolasyon süresinin kısalığı gerekse trofozoitlerin kültürdeki yaşam süresinin uzunluğu açısından InPouch TV olarak değerlendirilmiştir.
INTRODUCTION: In this study, the incidence of Trichomonas vaginalis was investigated in samples taken from patients with pre-vaginitis using different culture methods and it was tried to determine which culture method is more suitable for isolation of parasitic pathway from the clinical material
METHODS: The patients who applied to Cumhuriyet University Research and Application Hospital, Outpatient Polyclinic of Gynecology and Obstetrics between the dates of November 2015 – June 2016 with the pre-diagnosis of vaginitis were examined. The vaginal swab samples of 100 female patients the 30 age of whom varied between 18 and 68 were examined with InPouch TV system, Cysteine Pepton Liver Maltose (CPLM) and Trichomonas Broth (TB) culture methods.
RESULTS: At the end of the study, T. vaginalis was determined in 4 (4.0%) of 100 patients in all the media used in the study. However, while T. vaginalis sustained its vitality in CPLM and TB media until the sixth and seventh day, it was determined that it was able to continue its life until the twelfth day in 35 InPouch TB medium. It was determined that the parasite reproduced in the InPouch TV and TB media more intensely and rapidly and followed a normal course in the CPLM medium.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result,In our study, four (4%) of 100 patients with vaginitis who were admitted to the outpatient clinic were found positive in three different culture media. The most suitable culture for the isolation and identification of T. vaginalis was evaluated as InPouch TV in terms of the length of life of the trophozoites in culture and as short as the isolation period should be considered

8.
Üniversite Öğrencilerinin Gıda Okuryazarlığı ve Gıda Güvenliği Konusunda Bilgi, Tutum ve Davranışları “Amasya Üniversitesi Sabuncuoğlu Şerefeddin Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Örneği”
University Students Food Literacy and Food Safety Knowledge, Attitudes and Behaviors “Example of Amasya University Sabuncuoğlu Şerefeddin Health Services Vocational School
Zehra İncedal Sonkaya, Elçin Balcı, Arif Ayar
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.99710  Sayfalar 53 - 64
GİRİŞ ve AMAÇ: Gıda güvenliğini bilmek ve gıda okuryazarlığı; sağlıklı gıdaya ulaşma konusundaki yeteneğimizi ifade etmektedir. Beslenme ve gıda alışkanlıkları insanın sağlığını etkileyen en temel faktörlerden birisidir. Tüketicilerin güvenli gıdaya ulaşma ve gıda okuryazarlığı konusundaki bilelerinin ölçülmesi ve bu alana müdahale edilmesi toplum sağlığını iyileştirmede önemli bir adım olacaktır. Bu çalışma üniversite öğrencilerin gıda okuryazarlığı ve gıda güvenliği hakkındaki bilgilerini ölçmek, konuya ilişkin tutum ve davranışlarını belirlemek amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma Mayıs-Haziran 2016 aylarında Amasya Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulunda okuyan 18 yaş ve üstü bireylerde yapılmıştır. Yüz yüze görüşme yöntemi ile literatüre dayalı olarak hazırlanmış anket formu veri toplamada kullanılmıştır. Anket formunda yer alan gıda güvenliği, gıda okuryazarlığı, gıda için aylık ortalama harcama tutarları, gıda tercihlerini etkileyen faktörleri içeren sorular öğrencilere yöneltilmiştir. Veriler bilgisayar ortamında SPSS 21 programı ile değerlendirilmiştir. Frekans tabloları ve kategorik verilerin değerlendirilmesi için Ki-kare testi kullanılmıştır.
BULGULAR: Araştırmaya 470 kişi katılmış olup araştırma grubunun yaş ortalaması 20,05±2,61’ dir. Gıda güvenliği ve gıda okuryazarlığı kavramını doğru yapanların oranı ise sırası ile %15,3 ve 14,7’ dir. Çalışmaya katılan öğrencilerin sadece %8,7’ si Alo 174 hattını doğru bildiklerini belirtmişlerdir. Gıda güvenliği konusunda üniversite (%56,2), bilimsel dergiler ve kitaplar (%48,3) ve sağlık personeli (%47,9) en güvenilir kaynaklar olarak tespit edilmiştir. Tüketicilerin gıda tercihlerini etkileyen faktörler incelendiğinde ailenin istekleri ve ekonomik durumun belirleyici olduğu, gıda alımını en fazla oranda marketten yaptıkları ve ambalajlı ürünleri tercih ettikleri görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Öğrencilerin gıda okuryazarlığı ve gıda güvenliği kavramlarını yeterli düzeyde bilmedikleri saptanmıştır. Ayrıca yapılan analizde öğrencilerin öğrenim gördükleri bölüm, yaş, cinsiyet, ekonomik durum ve gıda için aylık harcama miktarı kriterlerinin gıda güvenliği kavramını tanımalarında etkili faktörler olmadığı saptanmıştır.
INTRODUCTION: The objective of this study is to know the food safety and to express our efficiency in food literacy and obtaining healthy foods. Assessing consumer’s knowledge of obtaining safe foods and food literacy and interfering in this field will be an important step to enhance the health of the society. In this study, the knowledge of university students of food literacy and food safety was and their behaviours regarding the subject were determined.
METHODS: This study was conducted on the individuals aged 18 and older studying at Amasya University, Health Services Vocational High School in May-June 2016. The questionnaire form, prepared based on the literature by the face-to-face interview method, was used in collecting the data. The questions in the questionnaire form were addressed to the students regarding food safety, food literacy, monthly average expenses on food and factors affecting food preferences. The data were evaluated in the computer environment using SPSS 21 software. The chi-square test was conducted to evaluate the frequency tables and categorical data.
RESULTS: 470 students participated in the study and the average age of the study group was 20,05±2,61. The rates of the students answering the concept of food safety and food literacy right are 15,3% and 14,7%, respectively. Only 8,7% of the students who participated in the study stated that they knew Alo 174 line right. The most reliable sources for food safety were identified as university (56,2%), scientific journals and books (48,3%), and the medical personnel (47,9%). When the factors affecting the food preferences of the consumers were analyzed, the demands and economic conditions of the family were determinative and it was observed that they mostly purchased foods from the markets and preferred packaged products.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was determined that students did not know the concepts of food literacy and food safety at a sufficient level. Moreover, it was revealed in the analysis performed that the departments at which students study, age, gender, economic conditions and the monthly expenses on foods criteria were not effective factors in the identification of the food safety concept.

9.
Türkiye'de belediyelerde biyosidal ürün uygulamaları ve belediye çalışanlarının bu konudaki bilgileri
Biocidal product applications in the municipalities of Turkey and knowledge of municipality staff on this issue
Hüseyin İlter, Derya Çamur, Murat Topbaş
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.79836  Sayfalar 65 - 76
GİRİŞ ve AMAÇ: Pestisitler en fazla tarımsal alanda kullanılsa da, tarım dışı pestisit uygulamaları her yaş ve cinsiyette bireyin etkilenimine neden olabildiğinden sağlık açısından önemlidir. Ülkemizde belediyeler tarafından kamusal alanlarda istenmeyen canlılarla mücadele amacıyla pestisit uygulamaları yaygın biçimde yapılmaktadır. Bu çalışma Türkiye genelinde, il ve ilçe belediyelerindeki pestisit uygulamaları hakkında belediyedeki yetkili kişilerden bilgi alınması ve bu kişilerin pestisitler konusundaki bilgilerinin değerlendirilmesi amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma tanımlayıcı tiptedir. Veriler 2015 yılı Haziran-Temmuz ayında, 431 belediyede gözlem altında anket uygulanarak toplanmıştır (katılım orantısı %89,6). Veri toplama aracı olarak araştırmacılar tarafından hazırlanan ve 37 sorudan oluşan yapılandırılmış anket formu kullanılmıştır. Görüşülenler o belediyede pestisitler konusundaki yetkili kişidir. Çalışma hakkında bilgi verilmiş ve sözlü onamları alınmıştır. Verilerin analizinde sayı ve yüzde dağılımları kullanılmıştır.
BULGULAR: Katılımcıların %41,3’ünün asıl görevi pestisitlerle ilgili değildir; %61,8’i pestisitler konusunda her hangi bir eğitim almamıştır. Katılımcıların %75,2’si belediyede pestisit uygulama işinin belediye personeli tarafından yapıldığını; %60,1’i belediyede mesul müdür bulunmadığını belirtmiştir. Pestisit uygulayıcılarına en fazla temin edilen kişisel koruyucu donanım bez maske (%78,8) olarak bildirilmiştir. Verilen doğru önermelerden en az bilineni “İlaçlamada giyilen giysiler işyerinde yıkanmalıdır.” önermesi (%61,5); yanlış önermelerden yanlışlığı en az bilinen önerme “İlaçlama sırasında giyilen kıyafetler bir sonraki ilaçlamada tekrar kullanılabilir.” önermesi olmuştur (%36,2).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Türkiye’de tarım dışı pestisit uygulamalarıyla ilgili yasal düzenleme bulunmakla birlikte çalışma sonuçları uygulamada eksiklikler olduğunu göstermektedir. Bu nedenle belediyeler tarafından yürütülen pestisit uygulama çalışmaları kontrol altında olmalıdır. Yanı sıra belediyelerde pestisitler ile ilgili görevlerde çalışan ve 1/3’ü karar verici konumdaki katılımcıların konu hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları görülmektedir. Her iki durum da gerek toplum sağlığı, gerekse çalışan sağlığı açısından risk oluşturmaktadır.
INTRODUCTION: Although pesticides are mostly used on agricultural grounds, non-agricultural pesticide applications have important health implications since individuals of either sex and all ages can be affected. Municipalities in Turkey make widespread use of pesticide applications in order to combat undesirable organisms in public spaces. This study was intended to elicit information from municipal officials concerning pesticide applications across Turkey and to assess their knowledge of pesticides.
METHODS: This was a descriptive study. Data were collected using a supervised questionnaire administered to officials from 431 municipalities in Turkey in June-July 2015. The interviewees comprised officials responsible for pesticides. Information about the study was given and verbal approvals were taken.
RESULTS: 41,3% of respondents stated that pesticides were not their main responsibility, and 61.8% had received no relevant training. Additionally, 75.2% reported that pesticide application was performed by municipal employees, while 60.1% of municipalities had no manager in charge of applications. The most common personal protective equipment provided was a cloth mask (78.8%). The least well-known correct proposition was that ‘Clothing worn during pesticide application should be washed in the workplace’ (61.5%). The false proposition with the lowest level of recognition as inaccurate was ‘Clothing worn during one application should not be used again in the next (36.2%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: While non-agricultural pesticide application is regulated by law in Turkey, there are deficiencies in practice. Pesticide applications performed by municipalities must be properly supervised. In addition, workers employed in the field of pesticides in municipalities and one in three of those in decision-making positions are insufficiently informed on the subject. Both represent a risk to both community health and to that of the operative concerned.

10.
Kayseri İlindeki Liselerde Öğrenim Gören Adölesanlarda Obezite Düzeyinin ve İlişkili Risk Faktörlerinin Belirlenmesi
Determining the Obesity Level and Related Risk Factors in Adolescents Attending at High Schools in Kayseri Province
Beytül Öge Yılmaz, Betül Çiçek, Gülşah Kaner
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.33341  Sayfalar 77 - 88
GİRİŞ ve AMAÇ: Obezite, vücutta yağ oranın artmasına bağlı oluşan, endokrin ve metabolik değişiklikler ile karakterize, kompleks ve multifaktöriyel bir hastalık olup hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkeler için önemli bir sorundur. Son 20 yılda tüm dünyada obezite sıklığında artış gözlenmektedir. Adolesan dönemde başlayan obezitenin ileri yaşlarda da devam edebileceği bilinmektedir. Bu nedenle erken dönemde obezitenin saptanması ve gerekli önlemlerin alınması gerekmektedir. Bu araştırmanın amacı, Kayseri ili ve merkez ilçelerindeki liselerde öğrenim gören 14-17 yaş grubu adolesanlarda obezite düzeyinin ve ilişkili risk faktörlerinin değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı olarak tasarlanmış bu araştırma, 14-17 yaş grubu 1072 adolesan ile yürütülmüştür. Beden Kütle İndeksi; vücut ağırlığı/boy uzunluğu formülü ile kg/m² olarak hesaplanmış ve International Obesity Task Force (IOTF) çalışmasında 2-18 yaş grubu için belirlenen kesim noktalarına göre “hafif şişman” ya da “obez” olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca, obeziteyi etkileyebileceği düşünülen değişkenlerin (yaş, cinsiyet, kardeş sayısı, sigara içme durumu, anne ve baba eğitim düzeyi, ailede obez birey varlığı, internet ve televizyon kullanma süreleri, öğün sayısı ve düzeni, spor yapma durumu, besin tüketim sıklığı) BKİ ile ilişkisi değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Adolesanların %16.7’si hafif şişman, %3.9’u obezdir. Erkeklerin %18.9’u hafif şişman, %4.6’sı obez iken, kızlarda bu oranlar sırasıyla %15.0 ve %3.5’tir. Ailesinde obez birey olan adolesanların %20.8’i hafif şişman, %6.9’u obezdir. Ara öğün tüketen adolesanlarda hafif şişmanlık ve obezite oranı tüketmeyenlere göre daha düşüktür. Yaş, cinsiyet, kardeş sayısı, anne ve babanın eğitim durumu, sigara içme, spor yapma, öğün atlama vücut ağırlığını etkilememektedir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Adolesan dönemde hafif şişmanlık ve obezite önemli bir sorundur. Kayseri'de öğrenim gören yaklaşık olarak her beş adolesandan biri hafif şişmandır. Obezite için saptanan en önemli risk faktörleri ailede obez bireyin varlığı ve ara öğün tüketmeme olarak belirlenmiştir.
INTRODUCTION: Being a complex and multifactorial disease, obsesity is characterized by hormonal and metabolic changes and occurs depending on an increase in fat rate of the body. It is a crucial problem for both developed and developing countries. In the last 20 years, there has been an increase in obesity frequency all over the world. It is known that obesity which comes into being in adolescence may continue in older ages. For this reason, it is useful to detect it in early ages and take necessary measures. The evaluation of the risk factors and obesity level in the 14-17 age group adolescents who are students in high schools in Kayseri and its central districts.
METHODS: This descriptive study has been conducted with 1072 adolescents in 14-17 age group. Body Mass Index has been calculated in kg/m2 unit by using the formula ‘body weight/height’, and the adolescents have been regarded as “overweight” or “obese” according to the cut-points determined for the 2-18 age group in the International Obesity Task Force study. In addition, the relationship between BMI and the variables that might affect obesity (age, gender, siblings, smoking status, parental education status, obesity in the family, duration of internet and TV use, the number and pattern of meals, work out status, the frequency of food consumption) has been evaluated.
RESULTS: 16.7% of the adolescents were overweight, and 3.9% were obese. While 18.9% of the boys were overweight and 4.6% were obese, these ratios are 15.0% and 3.5% among the girls, respectively. Of the adolescents who have an obese individual in their family, 20.8% were overweight and 6.9% were obese. The rate of obesity and overweight was lower in the adolescents who consume snacks compared to those who do not. Age, gender, number of siblings, parental education status, smoking and skipping meals do not affect the body weight.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Overweight and obesity in adolescent is an important problem. Approximately one of five adolescents attending high school in Kayseri are overweight.The presence of obesity in the family, not consuming snacks are determined to be the most significant risk factors of obesity.

OLGU SUNUMU
11.
On haftalık gebe hastada Staphylococcus aureus’un etken olduğu koryoamniyonit
Chorioamnionitis caused by Staphylococcus aureus in a ten weeks pregnant patient
Birgül Kaçmaz, Zeynep Özcan Dağ, Mahi Balcı, Serdar Gül, Özlem Tulmaç, Okan Çalışkan
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.82788  Sayfalar 89 - 92
Koryoamniyonite yol açan en önemli neden enfeksiyonlardır. Genellikle etken bakteriler genital mikoplazmalar, anaeroblar, enterik gram-negatif basiller ve grup B streptokoklardır. Nadiren Staphylococcus aureus’da etken olabilmektedir. Bu çalışmada S. aureus’un etken olduğu koryoamniyonit vakası sunulmuştur. On haftalık gebe hasta yüksek ateş şikayetiyle hastanemize başvurmuş, fizik muayenesinde batında alt katran hassasiyeti saptanmıştır. Yapılan ultrasonografisinde fetüs kalp sesi duyulamayan hastaya teröpatik abortus planlanmıştır. Koryoamniyonit ön tanısıyla tüm kültürleri alındıktan sonra ampirik meropenem tedavisi başlandı. Operasyon sırasında alınan amniyon zarı kültüründe ve kan kültürlerinde S. aureus üremiştir. Amniyon zarının histopatolojik incelemesi akut funisit ve akut koryoamniyonit olarak raporlanmıştır. Tedaviye sefazolin ile devam edilmiş, tedavisi 14 güne tamamlanmıştır. Sonuç olarak koryoamniyonit düşünülen hastalarda nadiren S. aureus’un da etken olabileceği bilinmeli ve ampirik antibiyotik tedavisi buna göre düzenlenmelidir.
Infections are the most important causes of chorioamnionitis. Causative bacteria are usually genital mycobacteria, anaerobes, enteric Gram-negative bacilli and group B streptococci. Also Staphylococcus aureus can rarely be the causative agent. In this study a case of chorioamnionitis caused by Staphylococcus aureus was reported. A ten weeks pregnant woman was admitted to our hospital with fever, physical examination revealed lower quadrant tenderness. As the fetal heart sounds can not be heard by ultrasound therapeutic abortion was planned. The meropenem treatment was administered to the patient with the pre-diagnosis of chorioamnionitis after obtainined cultures. Then Staphylococcus aureus was growed in the blood cultures and in the cultures of amniotic membranes obtained during operation. The histopathologic examination of the amniotic membranes was reported as acute funisit and acute chorioamnionitis. The therapy was continued with cefazoline and completed in 14 days. As a result Staphylococcus aureus should also be considered as a causative agent in chorioamnionitis cases and the empirical therapy should be administered accordingly.

DERLEME
12.
Gıda Savunmasında Yeni Yaklaşımlar: Risk Yönetim Metodolojileri
New Approaches to Food Defense: Risk Management Methodologies
Aslıhan Özdemir, Derya Dikmen
doi: 10.5505/TurkHijyen.2018.75508  Sayfalar 93 - 100
Biyoterörizm, patojen maddelerin politik, sosyal ve/veya ekonomik amaçlarla kanuna aykırı şekilde kullanımı şeklinde tanımlanmaktadır. Biyoterörizm faaliyetlerine tarihten pek çok örnek verilebilir. Biyoterörizm ajanları ve yol açtıkları hastalıklar da toksisite, morbidite ve mortalite gibi parametrelere dayanarak kategorize edilmiştir. Her bir biyolojik ajanın halk sağlığı üzerine etkilerini saptamak için bu sınıflama çok önemlidir. Toksik maddelerin en çok kullanıldığı araçlar ise gıdalardır. Gıda zinciri, zincirin herhangi bir noktasında kasıtlı veya kasıtsız kontaminasyon yoluyla bozulabilir. Gıda güvenliği, besini biyolojik ajanlar, toksinler, kimyasallar, radyasyon ve fiziksel bir madde tarafından kasıtlı kontaminasyondan korumak anlamına gelmektedir. Kasıtlı veya kasıtsız gıda kontaminasyonu biyolojik, kimyasal veya fiziksel ajanlar aracılığıyla gerçekleşebilir. Gıdayı ulusal ve uluslararası düzeyde güvenilir yapabilmek için gıda kalite güvencesi, gıda kalite kontrolü, iyi üretim uygulamaları, HACCP (Tehlike Analizi ve Kritik Kontrol Noktaları), ISO (Uluslararası Standart Organizasyonu) 22000 gibi yönetim sistemlerinin uygulanması gereklidir. HACCP ve ISO22000’in kaza yolu ile oluşabilecek kontaminasyonlara karşı başarısı kanıtlanmıştır ancak kasıtlı saldırıları tespit etmek ya da azaltabilmek amacıyla etkili bir şekilde kullanılamamaktadır. PAS96: 2014 rehberi (Yiyecek ve İçecek Koruma ve Savunma Rehberi), yiyecek içecek sektörünü kasıtlı saldırılardan korumak ve bu saldırılara karşı savunmak için yayınlanmış bir rehberdir. Bu rehber, TACCP (Kritik Kontrol Noktalarında Tehdit Değerlendirmesi) adı verilen bir sistemi anlatmaktadır. TACCP; bilgili ve güvenilir bir ekip ve bir otorite ile tehditlerin değerlendirilmesi, zayıf noktaların tespiti, materyal, ürün, satın alma, işleme, çevre, dağıtım ağları ve iş sistemlerinin kontrolünün sağlanması yoluyla değişikliklerin prosedürlere dönüşümünü sağlayan bir risk yönetim sistemidir. Bunun yanında, GFSI (Global Gıda Güvenliği Girişimi) tarafından gıda hilelerine karşı geliştirilen yeni bir sistem olan VACCP (Zafiyet Analizi ve Kritik Kontrol Noktaları) ise savunmasız gıdaları korumak amacıyla kullanılan bir sistem olarak karşımıza çıkmaktadır. Gıda güvenliği yönetim sistemleri dinamik sistemler olduğundan yeni gelişen tehlikeler ve tehditler tespit edilerek metodolojilerin her duruma karşı güncellenmesi ve gerekli durumlarda yeni metodolojilerin geliştirilmesi gerekmektedir.
Bioterrorism is defined as the unlawful use of pathogen materials for political, social and/or economic objectives. There are numerous examples of bioterrorist attacks in history. Bioterrorism agents are categorized by parameters as toxicity, morbidity and mortality. This categorization is very important to assess the effects of each biological agent on public health. Food is the most vulnerable agent for contamination by toxic materials. Food chain can be broken at any stage through intentional or unintentional contaminations. Food safety means to protect foods from intentionally inserted biological agents, toxins, chemicals, radiation and physical substances. Intentional or unintentional food contamination can occur by biological, chemical or physical agents. Food safety management systems like food quality assurance, food quality control, good manufacturing practices, HACCP (Hazard Analysis Critical Control Points), and ISO (Internatiıonal Organization for Standardization) 22000 are needed in order to ensure food safety in national and international levels. HACCP has proven to be effective against accidental contamination, however its implementation for determine or decrease intentional attacks is very rare. PAS 96: 2014 (Guide to Protecting and Defending Food and Drink) is a guideline that is published for protect and defense food business from deliberate attacks. This guideline describes TACCP (Threat Assessment Critical Control Points) as a systematic management of risk through the evaluation of threats, identification of vulnerabilities, and implementation of controls of products, purchasing, processes, premises, distribution networks and business systems by a knowledgeable and trusted team with the authority to implement changes to procedures. In addition to this, there is a new system that called VACCP (Vulnerability Assessment Critical Control Points) is being used to protect against food fraud. Since food safety management systems are dynamic systems, it is necessary to determine new hazards and threats, to update methodologies against each circumstances, and develop new methodologies where necessary.

LookUs & Online Makale
w