ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Turkish Bulletin of Hygiene and Experimental Biology - Turk Hij Den Biyol Derg: 80 (2)
Volume: 80  Issue: 2 - 2023
FULL JOURNAL
1.TBHEB 2023-2 Vol 80 Full Printed Journal
Utku ERCÖMERT
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.72693  Pages 134 - 245
Abstract |Full Text PDF

RESEARCH ARTICLE
2.Investigation of the effect of Moringa oleifera extract on fibroblast degeneration caused by disinfectants used at different pH levels in the COVID-19 pandemic
Yeşim YENİ, Sıdıka GENÇ, Ahmet HACIMÜFTÜOĞLU, Ali TAGHİZADEHGHALEHJOUGHİ
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.09069  Pages 135 - 144
GİRİŞ ve AMAÇ: 2019 yılında başlayan koronavirüs hastalığının dünya çapında hızla yayılması, küresel bir salgın haline gelmesine neden olmuştur. Koronavirüs salgınının yayılmasını kontrol altına almak için yüz maskesi takma, sosyal mesafeyi koruma ve el hijyeni gibi bazı önleme prosedürleri uygulanmaya başlandı. Buna bağlı olarak ulaşım ve alışveriş gibi halka açık yerlerde dezenfektan kullanımı önem kazandı. Ancak araştırmalar, farklı pH değerlerine sahip dezenfektanların uzun süreli kullanımının kaşıntı, kızarıklık, ürtiker ve hatta alerjik rinit gelişimini tetiklediğini göstermiştir. Moringa oleifera (MO) yapraklarında, çiçeklerinde, yeşil fasulyelerde, tohumlarda ve tohum yağında bulunan düşük doymuş yağ asitleri ve yüksek miktarda zeytinyağı, harika besin ve vitamin kaynaklarıdır. Günümüzde MO, çeşitli cilt bakım uygulamalarında kullanılmaktadır. Ayrıca MO’nun yaprağı antiretroviral, antimikrobiyal, antioksidan, antifungal özelliklere de sahiptir. Bu çalışmanın amacı, MO bitkisi kullanılarak farklı pH değişimlerine karşı gelişen toksisitenin önlenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda insan fibroblast hücre hattı, üretici firma tarafından belirtilen koşullarda büyütülerek 96 kuyucuklu plaklara inoküle edildi; farklı pH’lı (5.0, 6.0, 7.0 ve 8.0) kültür ortamları hazırlanarak farklı dozlarda MO (20, 40, 80 ve 160 µg/ml) kutucuklara eklendi. 24 saat sonra 3-(4,5-dimethylthiazol-2-yl)-2,5-diphenyl-2H-tetrazolium bromide (MTT), Glutatyon Redüktaz (GR) ve Laktat Dehidrogenez (LDH) testleri kullanılarak elde edilen veriler kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmamızın sonuçlarına göre hücre canlılığı pH 5.0’te pozitif kontrole göre %69’dan %89’a çıkmıştır. pH 6.0’da %80’e düşen canlılık, MO’nun en yüksek konsantrasyonunun (160 μg/ml) uygulanmasıyla %143’e çıkmıştır. pH 7.0’de hücre canlılığı %79’dan %115’e yükselirken, pH 8.0’de fibroblast hücrelerinin aldığı hasarın yüksek olduğu (canlılık oranı %66) tespit edilmiş ve MO uygulaması ile hücre canlılığının %93’e kadar arttığı saptanmıştır. LDH ve GR sonuçlarının MTT ile korelasyon gösterdiği saptanmıştır. tüm sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirilmiş ve anlamlı bulunmuştur (P<0.05 ve P<0.01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Elde edilen verilere göre MO hücre canlılığı üzerinde koruyucu etkiye sahiptir. Bu etki 80 ve 160 μg/ml dozlarında maksimuma erişmektedir Dezenfektanların ciltte oluşturduğu istenmeyen etkilerin önlenmesi amacıyla MO kullanımı uygun bir seçenek gibi gözükmektedir. MO’nun bu amaçla güvenle kullanımı için klinik araştırmalara ihtiyaç vardır.

INTRODUCTION: The rapid spread of the coronavirus disease, which started in 2019, has caused it to become a global epidemic. To control the spread of the coronavirus epidemic, some prevention procedures such as wearing face masks, maintaining social distance and hand hygiene have begun to be implemented. Accordingly, the use of disinfectants in public places such as transportation and shopping has gained importance. However, studies have shown that long-term use of disinfectants with different pH values triggers the development of itching, redness, urticaria and even allergic rhinitis. The low saturated fatty acids and high amounts of olive oil found in Moringa oleifera (MO) leaves, flowers, green beans, seeds and seed oil are excellent sources of nutrients and vitamins. Today, MO is used in a variety of skin care applications. In addition, the leaf of MO also has antiretroviral, antimicrobial, antioxidant, antifungal properties. The aim of this study is to prevent toxicity against different pH changes by using MO plant.
METHODS: In our study, a human fibroblast cell line was grown under the conditions specified by the manufacturer and inoculated into 96 well plates and a culture medium with different pH (5.0, 6.0, 7.0 and 8.0) was prepared and different doses of MO (20, 40, 80 and 160 μg/ml) were prepared. It is planned to eliminate the toxicity caused by using it for 24 hours. At the end of the study, 3-(4,5-dimethylthiazol-2-yl)-2,5-diphenyl-2H-tetrazolium bromide (MTT), Glutathione Reductase (GR), and Lactate Dehydrogenase (LDH) tests were used.
RESULTS: According to the results of our study, cell viability increased from %69 to %89 compared to positive control at pH 5.0. The vitality that decreased to %80 at pH 6.0 increased to 143 as a result of the application of the highest concentration of MO (160 μg/ml). While it increased from %79 to %115 at pH 7.0, the damage received by fibroblast cells at pH 8.0 was determined to be high (viability rate %66), and it was observed that this toxicity was removed, and the vitality was increased up to %93. All results were statistically evaluated and found to be significant (P<0.05 and P<0.01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Considering the results obtained, MO is recommended to be used at doses of 80 and 160 μg/ml, as it has a protective effect. The LDH and GR results show a correlation with MTT.

3.How COVID-19-related national lockdown affected daily life activities and physical pain status? A sample from the Turkish Republic of Northern Cyprus
Taygun DAYI, Müjgan ÖZTÜRK, Melis BAĞKUR
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.68366  Pages 145 - 158
GİRİŞ ve AMAÇ: COVID-19’un pandemi olarak tanımlanmasından sonra, pek çok ülkede ulusal karantina kararı alınmıştır. COVID-19 nedeniyle uygulanan kapanma, insanların fiziksel, sosyal ve zihinsel sağlığını ayrıca ülke ekonomisini olumsuz etkilemiştir. Bu çalışmada, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde pandemi nedeniyle yaşanan tam kapanma sırasında ve sonrasında COVID-19’un günlük yaşam aktiviteleri, ekonomik kaygı ve ağrı durumu üzerindeki etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Veriler Mart-Mayıs-2020 tarihleri arasında adada bulunan gönüllü kişilerin (n: 307) katılımıyla çevrimiçi olarak anket yoluyla toplanmıştır. Katılımcıların ulusal kapanma öncesi ve sonrası beslenme (alışveriş, paketli ürünlerin dezenfeksiyonu, yeni yemek tariflerinin denenmesi, iştah), fiziksel aktivite alışkanlıkları, sedanter aktiviteleri (örneğin ekran süresi) ve fiziksel ağrı durumu sorgulanmıştır.
BULGULAR: Ulusal kapanma sırasında, katılımcıların çoğunun fiziksel aktivite düzeyi düşmüş ve sedanter davranışları artmıştır. Her ne kadar daha fazla uyudukları görülse de (7,69±1.47 vs 7.16±1.04) (p<0.001), uyku kalitesinin daha düşük olduğu ifade edilmiştir (3.28 ±1.12 vs 3.45 ±1.00) (p: 0.030). Katılımcılar yeni yemek tarifleri denemiş, ancak çoğu kapanmadan sonra bu tarifleri pişirmeye devam etmemiştir. Katılımcıların çoğunun (%78.2), kapanma sırasında internette ekran önünde geçirdikleri zaman artmış, fiziksel aktiviteleri ve adım sayıları azalmıştır (sırasıyla %56.7 ve %62.9). Kapanma bittikten sonra katılımcıların yarısına yakını ekran sürelerinde anlamlı bir azalma olduğunu belirtmiştir (p<0.001). Bunlara ek olarak, hem vücut ağırlığındaki değişim hem de artmış ekran süresi tekrarlayan ağrıyı artırmıştır (p: 0.034, p: 0.024) ve kapanma sırasında ağrının en yaygın olarak boyun bölgesinde görüldüğü tespit edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pandemi döneminde alınan sağlık önlemlerine ek olarak, resmi kurumlar günlük yaşam aktivitelerinde meydana gelen ve kronik hastalıklara yol açabilecek değişikliklerle başa çıkmak için de hazırlıklı olmalıdır.
INTRODUCTION: After COVID-19 has been defined as a pandemic, it was decided on national lockdowns in most countries. The COVID-19-related lockdown affected both people’s physical, social and mental health and also the public economy negatively. In this study, it was aimed to evaluate the effects of COVID-19, during and after pandemic related lockdown, on daily life activities, economic anxiety, and pain status in the Turkish Republic of Northern Cyprus.
METHODS: Data was collected via an online questionnaire and voluntary people (n: 307) who were on the island between March-May-2020 participated. Nutritional behaviors (shopping, disinfection of packaged foods, preparation of new recipes, appetite), physical activity behaviors, sedentary activities (e.g. screen time) and physical pain status of participants during and after lockdown were questioned.
RESULTS: Most of the participants’ physical activity levels decreased and sedentary behaviors increased during the lockdown. Although they slept more (7,69±1.47 vs 7.16±1.04) (p<0.001), sleep quality was declared lower (3.28±1.12 vs 3.45±1.00) (p: 0.030). New recipes were tried but most of the participants do not continue to cook these recipes after lockdown. Most of the participants (78.2%) had an increased duration of time in front of the screen on the internet during the lockdown and decreased physical activity and step count (56.7% and 62.9% respectively). Approximately, half of these participants declared a significant decrease in their screen time after the lockdown (p< 0.001). Moreover, both the alteration of body weight and increased screen time increased relapsing pain (p: 0.034, p: 0.024) and the most common focus of pain during lockdown was found as the neck area for each pain status.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In addition to health measures taken during pandemics, official bodies should also be prepared to cope with the changes in daily life activities which can lead to chronic diseases.

4.The example of Ankara in pandemic communications “COVID-19 Crisis Centers”
Asiye Çiğdem ŞİMŞEK, Mustafa Sırrı KOTANOĞLU, Hasan GÜL, Deniz ÇAKMAK, Seher MUSAONBAŞIOĞLU, Yunus Emre BULUT, Ebru AYDAL, Hasan IRMAK, Zülfikar AKELMA
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.54280  Pages 159 - 170
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün 11 Mart 2020 tarihinde yeni koronavirüs salgınını “COVID-19 pandemisi” olarak ilan etmesinin ardından 15 Mart 2020 tarihinde Ankara İl Sağlık Müdürlüğü bünyesinde kurulan ve vatandaşlarımızdan gelen soruları cevaplamak üzere ve 7 gün 24 saat hizmet veren çağrı merkezlerinden biri olan Ankara COVID-19 Çağrı Karşılama Merkezinin çalışmalarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tanımlayıcı tipte olan çalışmamızın verileri 01 Ocak 2021-31 Aralık 2021 tarihleri arasında toplanmış ve istatistiksel değerlendirme sayı ve yüzde dağılımları Google Drive yazılım raporları ile yapılmıştır.
BULGULAR: COVID-19 Çağrı Karşılama Merkezine gelen çağrıların %5’inde COVID-19 aşıları ile ilgili bilgi talep edilmiştir; arayan kişilerin %34’ü temaslı, %39’u pozitif vakadır. Çağrıların %25,39’u PCR testi yaptırma talebi, %20,45’i hastalık hakkında bilgi alma ve %15,04’ü karantina süreci hakkında bilgi alma amacıyla gerçekleşmiştir. Durumu acil olarak değerlendirilen 18.514 vaka (%2,51) ambulans ile hastanelere sevk edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Salgın yönetimleri için halkın doğru, anlaşılır, kolay erişilebilir bilgileri aktararak güvenini kazanmak gereklidir. Bu amaçla oluşturulan Ankara İl Sağlık Müdürlüğü COVID-19 Çağrı Karşılama Merkezine günün her saatinde 7/24 ulaşılarak sözel iletişim yoluyla doğru bilgiler edinmesine katkı sağlanmaya devam edilmektedir.
INTRODUCTION: After the World Health Organization (WHO) declared the new coronavirus epidemic as the “COVID-19 pandemic” on March 11, 2020; the COVID-19 Call Center was established on March 15, 2020 within the Ankara Provincial Health Directorate. It was aimed to evaluate the works of the COVID-19 Call Center, which was one of the call centers established to answer questions from our citizens and to serve 24 hours a day, 7 days a week, in this study.
METHODS: The data of our descriptive study was collected between January 01, 2021 and December 31, 2021, and statistical evaluation, number and percentage distributions were made with Google Drive software reports.
RESULTS: Information about COVID-19 vaccines was requested in 5% of the calls incoming to the COVID-19 Call Center, 34% of the callers were contacts and 39% were positive cases. 25.39% of the calls were for PCR testing, 20.45% for information about the disease and 15.04% for information about the quarantine process. 18.514 cases (2.51%) whose conditions evaluated as emergency were referred to the hospitals by ambulance.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is necessary to gain the trust of the public by transmitting accurate, understandable and easily accessible information for epidemic management. The Ankara Provincial Health Directorate COVID-19 Call Center, which was created for this purpose, continues to contribute to the acquisition of accurate information by means of verbal communication by reaching the 7/24 at any time of the day.

5.Health promotion model of COVID-19 prevention and control behavior: A mixed methods study
Widana PRIMANINGTYAS, Endang SUTISNA SULAEMAN, Heni HASTUTI, Anak Agung Alit Kirti Estuti Narendra PUTRİ, Abdul RAHMAN, Slamet RIYADI
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.53896  Pages 171 - 182
GİRİŞ ve AMAÇ: 2019’da ortaya çıkan yeni koronavirüs hastalığını (COVID-19) ortadan kaldırmak için geliştirilen “Sağlığın Teşviki ve Geliştirilmesi” projesindeki eksiklikler, 2021’de önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Güneydoğu Asya’da COVID-19 vaka sayısı en yüksek olan ülke Endonezya’dır. Tüm alanlarda COVID-19’un önlenmesi ve kontrol edilmesi (PCCOVID-19) için etkili tanıtım modellerine ihtiyaç vardır. Bu çalışma, COVID-19’un tırmanmasını önlemek için seçilen “Sağlığı Geliştirme” modellerini incelemeyi amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, nicel verileri toplamak üzere yapılan bir anket ve dahi nitel verileri detaylandırmak üzere yürütülen “Odak Grup Tartışmaları” (FGD’ler) dahil olmak üzere bir tür ‘Karma Yöntem’ yaklaşımı kullanılmıştır. Bu, Endonezya’nın Boyolali- Central Java kentinde yaşayan 166 katılımcı ile gerçekleştirilen bir çalışma olup Temmuz ve Eylül 2021 ayları arasında gerçekleştirilmiştir. Bir diğer söz konusu olan ankette ve FGD’lerde kullanılan birkaç soru, “Sağlık İnanç Modeli” (HBM), “Sosyal Bilişsel Teori” (SCT) ve “Sosyal Destek Modeli” (SSM) temel alınarak tasarlanmıştır.
BULGULAR: Anket örneklerinin yaklaşık %92’sini çevrim içi anketler oluştururken sekizinin ise bilgi kaynağı FGD’ye aitti. Tüm yol analizi modelleri, PCCOVID-19 davranışıyla ilişkili değişkenlerin %53’ünü tanımladı. Mevcut FGD verileri, bireysel düzeyde HBM’nin COVID-19 görev gücü ve sağlık çalışanları için pandemi sırasında koruyucu bir davranış modeli teşvik etmenin çok önemli olduğunu göstermiştir. PCCOVID-19 davranışının niyetini kişiler arası düzeyde anlamak için SCT uygulanabilir. Bu ise topluluk düzeyinde, sosyal destekli PCCOVID-19 davranışını geliştirmek için güvence sağlamada önemli bir rol oynar.

TARTIŞMA ve SONUÇ: HBM, SCT ve SSM yapılarının uygulanması PCCOVID-19 davranışını optimize edebilir. Algılanan duyarlılık, gözlemsel öğrenme, sonuç beklentileri, araçsal ve duygusal destek, PCCOVID-19 davranışı ile doğrudan ve önemli ölçüde ilişkiliyken; algılanan duyarlılık ve engeller, eylem ipuçları değişkenleri aracılığıyla PCCOVID-19 davranışı ile dolaylı olarak anlamlı bir ilişkiye sahipti. Bu bulgular sağlık çalışanları tarafından -özellikle COVID-19 bölümünde çalışan görevliler tarafından- sağlığı geliştirme yöntemleri ve PCCOVID-19 davranışını geliştirmeye yönelik müdahaleler geliştirmek için kullanılabilir.
INTRODUCTION: Lack of health promotion to eradicate coronavirus disease 2019 (COVID-19) remains a major issue in 2021. COVID-19 cases in Indonesia are the highest in Southeast Asia. Effective promotion models for prevention and control of COVID-19 (PCCOVID-19) in all areas are needed. This study aims to examine the selected health promotion models for preventing COVID-19 escalation.
METHODS: This study used a mixed methods approach, including a survey to collect quantitative data and focus group discussions (FGDs) to elaborate on qualitative data. The study was conducted between July and September 2021, which included 166 respondents living in Boyolali-Central Java, Indonesia. Several questions used in the survey and FGDs were designed based on the health belief model (HBM), social cognitive theory (SCT), and social support model (SSM).
RESULTS: Approximately 92% of the survey participants completed the online questionnaires, while eight informants joined the FGD. The whole path analysis model described 53% of the variables that correlated with PCCOVID-19 behavior. The available FGD data indicated that HBM at the individual level is crucial for COVID-19 task force and healthcare workers for promoting a protective behavior during the pandemic. SCT can be applied to understand the intention of PCCOVID-19 behavior at an interpersonal level. At the community level, social support plays an important role in providing assurance to enhance the PCCOVID-19 behavior.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Applying the HBM, SCT, and SSM constructs, can optimize the PCCOVID-19 behavior. Perceived susceptibility, observational learning, outcome expectations, instrumental and emotional support were directly and significantly correlated with PCCOVID-19 behavior, whereas perceived susceptibility and barriers had an indirect significant correlation with PCCOVID-19 behavior through cues to action variables. These findings can be used by healthcare workers, especially COVID-19 task force to develop health promotion methods and interventions to enhance the PCCOVID-19 behavior.

6.The possible role of the poly(ADP-ribose) polymerase pathway in nicotine-induced nephrotoxicity in mice
Selin HAZIR
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.32767  Pages 183 - 190
GİRİŞ ve AMAÇ: Sigara, halk sağlığını tehdit eden ve tüm dünyada yaygın olarak kullanılan, en önemli önlenebilir ölüm nedenidir. Nikotin tütünde önemli bir toksik bileşen olup birçok kronik hastalığın patogenezine katkıda bulunur. Bu çalışmanın amacı, nikotin ile indüklenmiş nefrotoksisitede böbrek fonksiyonları, oksidatif DNA hasarı, apoptoz ve PARP yolağının olası rolünün araştırılmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, 24 adet C57BL6J soy erkek fare kontrol, salin ve nikotin olmak üzere üç gruba ayrılmıştır. Nikotin grubu farelere 14 gün boyunca günde 2 kere 3 mg/kg dozunda nikotin subkutan olarak enjekte edilmiştir. Salin grubuna aynı yöntemle serum fizyolojik sıvısı enjekte edilmiştir. Kontrol grubuna deneyin son gününe kadar hiçbir işlem uygulanmamıştır. Deneyin son günü farelerin kardiyak kan örnekleri alınmış ve bilateral böbrek dokuları izole edilmiştir. Kan örneklerinde ELISA yöntemiyle 8-OHdG ve kotinin düzeyleri ölçülmüştür. Sağ böbrek dokuları %10’luk formalin solüsyonunda fikse edilip parafin bloklara gömülmüştür. Kesitlere morfolojik değerlendirme için hematoksilen - eozin boyama yapılmıştır. Sol böbrek dokularında gerçek zamanlı kantitaif polimeraz zincir reaksiyonu yöntemiyle kaspaz-3 ve PARP-1 gen ekspresyon düzeyleri belirlenmiştir.
BULGULAR: Nikotin grubunda vücut ve böbrek ağırlığı anlamlı düzeyde azalmıştır (P<0.05). Serum 8-OHdG seviyesi nikotin grubunda kontrol ve salin gruplarına kıyasla anlamlı düzeyde artmıştır (P<0.05). Serum kotinin seviyesi nikotin grubunda 303.11±0.3 ng/ml olarak ölçülmüştür. Morfolojik değerlendirmede, nikotin grubunda glomerül çapında ve mezangial matrikste artış olduğu gözlenmiştir. Ayrıca, nikotin grubunda tübüler dilatasyon gözlenmiştir. Kaspaz-3 ve PARP-1 gen ekspresyon düzeyi nikotin grubunda kontrol ve salin gruplarına kıyasla anlamlı düzeyde artmıştır (P<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, nikotin maruziyetinin böbrek dokusunda oksidatif DNA hasarını artırdığı ve hücre içi apoptoz ve PARP yolağını indüklediği saptanmıştır.
INTRODUCTION: Smoking is one of the most important preventable cause of death that threatens public health and is widely used all over the world. Nicotine is an important toxic component in tobacco and contributes to the pathogenesis of many chronic diseases. The aim of this study is to investigate the possible role of kidney functions, oxidative DNA damage, apoptosis and PARP pathway in nicotine-induced nephrotoxicity.
METHODS: 24 male C57BL6J mice were divided into control, saline and nicotine groups. Nicotine group mice were injected subcutaneously with nicotine at a dose of 3 mg/kg twice a day for 14 days. The saline group was injected with physiological saline. No procedure was performed to the control group. At the end of the experiment, cardiac blood samples and bilateral kidney tissues were isolated. The levels of 8-OHdG and cotinine were measured in serum by ELISA method. Hematoxylin - eosin staining was performed to right kidney tissues for morphological evaluation. Caspase-3 and PARP-1 gene expression levels were determined by real-time quantitative polymerase chain reaction method in left kidneys.
RESULTS: Body and kidney weights decreased significantly in nicotine group (P<0.05). Serum 8-OHdG level was significantly increased in nicotine group (P<0.05). Serum cotinine level was measured as 303.11±0.3 ng/ml in nicotine group. Glomerular diameter and mesangial matrix were increased in nicotine group. In addition, tubular dilatation was observed in nicotine group. Caspase-3 and PARP-1 gene expression levels were significantly increased in the nicotine group compared to the control and saline groups (P<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, it was determined that nicotine exposure increased oxidative DNA damage in kidney tissue and induced intracellular apoptosis and PARP pathway.

7.Investigation of Demodex and superficial flora in patients with Rosacea
Özlem AYTAÇ, Neşe GÖÇER GÜROK, Feray Ferda ŞENOL, Zülal AŞÇI TORAMAN, Savaş ÖZTÜRK
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.56667  Pages 191 - 200
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda, rozasea tanılı hastalarda Demodex spp. varlığı ve bakteri popülasyonu araştırılarak hastalığın tedavi sürecine katkı sağlanması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Elazığ Fethi Sekin Şehir Hastanesi Dermatoloji kliniğine başvuran, rozasea tanısı alan 90 hasta dahil edildi. Aktif lezyonları olan rozasea hastalarından standart yüzeyel deri biyopsisi (SYDB) ile örnekler alındı. Alandaki Demodex parazitinin varlığı ışık mikroskobu ile araştırıldı. Eş zamanlı lezyondan alınan örneklerin bakteriyolojik olarak aerop ve anaerop kültürleri yapıldı. Kültürde üreyen mikroorganizmaların Matrix assisted laser desorption ionization time of flight mass spectrometry (MALDI-TOF MS, Bruker, Almanya) kütle spektrometresi ile tanımlanmaları yapıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 74 (%82,2)’ü kadın, 16 (%17,8)’sı erkek olmak üzere toplam 90 hasta dahil edildi. Bunların 63 (%70)’ünde Demodex pozitifliği saptandı. Hastaların 65 (%72,2)’i eritematotelanjiektatik rozasea (ETR) ve 25 (%27,8)’i ise papülopüstüler rozasea (PPR) hastası idi. Lezyonlardan yapılan mikrobiyolojik kültürde üreyen Staphylococcus epidermidis (S. epidermidis) saptanma oranı ETR hastalarında (%29,2) PPR hastalarına göre (%8) anlamlı şekilde yüksek olarak tespit edildi (p<0,05). Staphylococcus aureus (S. aureus) üreme oranı ise ETR hastalarında (%30,8) PPR hastalarına göre (%56) anlamlı şekilde düşük olarak bulundu (p<0,05). Ancak hastalar rozasea klinik subtiplerine göre incelendiğinde, Bacillus cereus (B. cereus) (p=1,000), Bacillus pumilus (B. pumilus) (p=1,000), Escherichia coli (E. coli) (p=0,435) ve Streptococcus pneumoniae (S. pneumoniae) (p=0,557) bakterilerinin üreme durumları arasında anlamlı bir farklılık tespit edilemedi. Demodex pozitif ETR hastalarında B. cereus üremesi, PPR hastalarındaki üreme oranından anlamlı derecede yüksek olarak tespit edildi (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda elde ettiğimiz verilere göre daha önceki çalışmalarda üzerinde fazla durulmayan Bacillus türlerinin (B. cereus, B. pumilus gibi) ve S. aureus′un hastalığın klinik subtiplerinin gelişimine katkısı olabileceği düşünüldü. Sonuç olarak; Demodex tedavisinin bu durum göz önüne alınarak planlanması hastalığın klinik semptomlarının iyileştirilmesinde faydalı olacaktır.
INTRODUCTION: In our study, it was aimed to investigate the presence of Demodex spp. and bacterial population in rosacea patients and to contribute to the treatment process of the disease.
METHODS: In the study, 90 patients who applied to Elazig Fethi Sekin City Hospital Dermatology policlinic were diagnosed with rosacea were included. Samples were taken from rosacea patients with active lesions by standard superficial skin biopsy (SSSB). Aerobic and anaerobic cultures were performed bacteriologically on the samples taken from the simultaneous lesion. Microorganisms grown in culture were identified by Matrix assisted laser desorption ionization time of flight mass spectrometry (MALDI-TOF MS, Bruker, Germany) mass spectrometry.
RESULTS: A total of 90 patients, 74 (82.2%) females and 16 (17.8%) males, were included in the study. Demodex positivity was observed in 63 of them (70%). Of the patients, 65 (72.2%) were ETR and 25 (27.8%) were PPR patients. The growth rate of Staphylococcus epidermidis (S. epidermidis) was found to be significantly higher in ETR patients (29.2%) than in PPR patients (8%). Staphylococcus aureus (S. aureus) growth rate was found to be significantly lower in ETR patients (30.8%) than in PPR patients (56%) (p<0.05). However, there was no significant difference between the growth status of B. cereus (p=1,000), B. pumilus (p=1,000), E. coli (p=0,435) and S. pneumonia (p=0,557) bacteria according to rosacea clinical subtypes of the patients. B. cereus growth in Demodex positive ETR patients was found to be significantly higher than in PPR patients (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to the data we obtained in our study, we think that Bacillus species (such as B. cereus, B. pumilus), which were not emphasized much in previous studies, and S. aureus may contribute to the development of clinical subtypes of the disease. As a result; Considering this situation in the treatment of Demodex, it will be beneficial to plan the clinical symptoms of the disease.

8.The role of Brucella abortus strains in the abortion etiology of domestic ruminants in the Cukurova region, Turkey and molecular epidemiological characteristics
Süleyman ASLAN, Tülay KANDEMİR, Nur Sima UPRAK, Toğrul NAĞIYEV
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.35033  Pages 201 - 212
GİRİŞ ve AMAÇ: Brucella cinsi bakterilerin sebep olduğu bruselloz dünya çapında önemli zoonotik bir hastalıktır. Genellikle ineklerde düşüğe ve kısırlığa sebep olan B. abortus ruminantlar arasında çapraz enfeksiyon yapabilmekte, insanlarda da kronik hastalık oluşturabilmektedir. Ruminantlarda salgınların kontrol altına alınması sığır brusellozuna bağlı ekonomik kayıpların ve insanlardaki hastalığın önlenmesi için esastır. Salgın suşlarının izlenmesinde klasik fenotipik yöntemler tek başına yeterli olmadığından günümüzde genotipik sürveyans önem kazanmıştır. Çalışmamızda, Türkiye’nin Çukurova bölgesinde evcil ruminantların düşük etiyolojisinde B. abortus suşlarının rolünün belirlenmesi, izole edilen suşların filogenetik ilişkilerinin moleküler yöntemlerle ortaya çıkartılması ve bu yöntemlerin bu alanda uygulanabilirliğinin sorgulanması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 118 düşük örneği dahil edilmiştir. B. abortus izolasyonu ve identifikasyonunu takiben bu izolatlar arasındaki klonal ilişki Pulse-Field Gel Electrophoresis (PFGE) ve Multi-Locus Variable Number Tandem Repeat Analysis (MLVA) yöntemleri ile araştırılmıştır.
BULGULAR: İncelenen toplam 118 düşük vakasından 17 (%14,4)’sinde B. abortus tespit edilmiştir. Sığır, keçi ve koyunlardaki B. abortus izolatlarının dağılımı sırasıyla %72,2 (13/18), %5,9 (3/51) ve %2,0 (1/49) idi. B. abortus izolatlarının üçü biyotiplendirilememişken, 14’ünün (%82,4) biovar 3 olduğu tespit edilmiştir. PFGE ile tek küme ve 4 pulsotip (HGDI=0,5662), MLVA-16 ile 5 tip (HGDI=0,6838), iki yöntem birlikte değerlendirildiğinde de 6 genotip (HGDI=0,7132) belirlenmiştir. Altısı sığırdan, üçü de keçiden elde edilmek üzere 9 (%52,9) izolatı barındıran genotip 1’in baskın olduğu görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PFGE ve MLVA yöntemlerinin ayırt edici güçleri az sayıda örnek incelendiğinde yeterince yüksek bulunmasa da, bölgesel hakim B. abortus genotiplerinin belirlenmesinde MLVA-16’nın ayırt edici gücünün PFGE’ye göre daha yüksek olduğu, ikisinin birlikte kullanılmasının ise daha da etkili olduğu belirlenmiştir. İki yöntemin epidemiyolojik çalışmalarda bir arada kullanılmasının ek maliyet ve zahmet gerektirmesi sebebiyle, özellikle salgın dönemlerinde baskın genotiplerin tespit edilerek aşı çalışmalarında değerlendirilebileceği kanaatine varılmıştır. Salgın bölgelerinde insan klinik örneklerinin de ek olarak incelenmesi elde edilecek sonuçları daha da güçlendirecektir. Sonuç olarak çalışmamız, ciddi bir halk sağlığı sorunu oluşturan bruselloz salgınlarının kontrol altına alınabilmesi için yapılacak çalışmalara önemli veri sağlayacaktır.
INTRODUCTION: Brucellosis caused by bacteria of the Brucella genus is a globally important zoonotic disease. B. abortus, which usually causes abortion and infertility in cows, can cross-infect ruminants and also cause chronic disease in humans. Controlling outbreaks in ruminants is essential to prevent economic losses and human disease due to bovine brucellosis. Since classical phenotypic methods alone are insufficient in monitoring epidemic strains of B. abortus, genotypic surveillance has become crucial today. We aimed to determine the role of B. abortus strains in the abortion etiology of domestic ruminants in the Cukurova region, Türkiye, reveal the phylogenetic relationships of the isolated strains using molecular methods and examine the availability of these methods in this field.
METHODS: One hundred eighteen abortion samples were included in the study. Following the isolation and identification of B. abortus, the clonal relationship between these isolates was investigated by Pulse-Field Gel Electrophoresis (PFGE) and Multi-Locus Variable Number Tandem Repeat Analysis (MLVA) methods.

RESULTS: B. abortus was detected in 17 (14.4%) of 118 abortion cases examined. The distribution of B. abortus isolates among cattle, goats and sheep was 72.2% (13/18), 5.9% (3/51) and 2.0% (1/49), respectively. The 14 (82.4%) of B. abortus isolates were biovar 3. A single cluster and four pulsotypes (HGDI=0.5662) were determined by the PFGE, five types (HGDI=0.6838) by the MLVA-16, and six genotypes (HGDI=0.7132) by evaluating these two methods together. Genotype 1, which consists of nine (52.9%) isolates, six obtained from cattle and three from goats, was predominant.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although the discriminative powers of the PFGE and MLVA methods were not high enough when a small number of samples were examined, the discriminatory power of MLVA-16 was determined to be higher than PFGE in determining the regionally predominant B. abortus genotypes. Moreover, the use of both together was even more effective. Since using the two methods together in epidemiological studies requires additional costs and effort, it was concluded that the predominant genotypes could be determined, especially during epidemic periods and evaluated in vaccine studies. Additional examination of human clinical specimens in epidemic areas will further strengthen the results to be obtained. Thus, our study will provide essential data for the studies to be performed in order to control brucellosis outbreaks, which constitute a serious public health problem.

REVIEW
9.Toxoplasma gondii studies on cats in Turkey
Banuçiçek YÜCESAN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.95871  Pages 213 - 220
Toxoplasma gondii (T. gondii); hücre içine yerleşen, tüm Dünya’da yaygın olarak görülebilen Apicomplexa filumunda yer alan protozoon bir parazittir. Bu çalışma ile Türkiye’de kedilerde yapılan T. gondii çalışmaları ele alınmış; çalışma alanları, test yöntemleri, pozitiflik oranları, bölgesel sonuçlar ve yapılan çalışmaların değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Çalışma ile 01.04.2022 tarihine kadar Pubmed, Google Akademik, Web of Science, Science Direct, Scopus ve Ulusal Tez Merkezi veri tabanları incelenmiş ve Türkiye’deki kedilerde gerçekleştirilen T. gondii çalışmaları dökümante edilmiştir. Kedilerde T. gondii varlığı Türkiye’de mikroskobik, serolojik [SFDT (Sabin Feldman Dye Testi), IHA (İndirekt Hemaglütinasyon Testi), IFA (İndirek Ffloresan Antikor) Testi, ELISA (Enzyme Linked Immunosorbent Assay), CFT (Kompleman Fiksasyon Testi)] ve moleküler analiz yöntemleri (PCR=Polimeraz Zincir Reaksiyonu) ile araştırılmaktadır. Bu meta analizde 21 yayın bulunmuştur. Kedilerdeki toxoplasmosis çalışmalarının daha çok seroprevalans çalışmaları olduğu tespit edilmiştir (16/21). Çalışmalar İç Anadolu (11/21) ve Ege Bölgesi’nde (4/21) fazla olmak üzere, Doğu Anadolu (5/21) ve Akdeniz Bölgesi’nde (4/21) yapılmıştır. Marmara, Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu’ya ait bölgelerde çalışmaya rastlanmamıştır. Bölge dağılımlarının sırasıyla İç Anadolu Bölgesi (%52,32), Doğu Anadolu Bölgesi (%45), Ege Bölgesi (%36,33) ve Akdeniz Bölgesi (%22,2) olduğu tespit edilmiştir. Türkiye’de kedilerde pozitiflik oranı %41,5’tir. Sonuçta, son konak olan kedilerde yapılan prevalans çalışmalarındaki oranlar, enfeksiyonun halen önemli bir halk sağlığı sorunu olduğunu göstermektedir. Bu amaçla, başta çalışma yapılmamış bölgelerde olmak üzere, araştırmaların ve önleyici faaliyetlerin artırılması gerektiği düşünülmektedir.
Toxoplasma gondii (T. gondii) is an intracellular protozoan parasite in the Apicomplexa phylum that can be widely seen all over the world. In this study was performed to evaluate the study areas, test methods, positivity rates, regional results and studies. In this study, Pubmed, Google Scholar, Web of Science, Science Direct, Scopus and National Thesis Center databases were examined until 01.04.2022 and T. gondii studies in cats in Turkey were documented. Microscopic, serological [SFDT (Sabin Feldman Dye test), IHA (Indirect hemagglutination test), IFA (Indirect fluorescent antibody test), ELISA (Enzyme lynked immunosorbent assay), CFT (Complement fixation test)] and molecular analysis methods in cats in Turkey (PCR = Polymerized Chain Reaction) was used. 21 publications were identified in this meta-analysis. It has been determined that toxoplasmosis studies in cats are mostly seroprevalence studies (16/21). Studies were carried out in Eastern Anatolia (5/21) and Mediterranean Region (4/21), mostly in Central Anatolia (11/21) and Aegean Region (4/21). No study was found in the Marmara, Black Sea and Southeastern Anatolia Regions. It was determined that the regional distributions were Central Anatolia Region (52.32%), Eastern Anatolia Region (45%), Aegean Region (36.33%) and Mediterranean Region (22.2%). The positivity rate for cats in Turkey is 41.5%. Rates in prevalence studies in final host cats indicate that infection is still an important public health concern. For this purpose, it is thought that researches and preventive activities should be increased, especially in areas where no studies have been made.

10.Hygiene practices in catering establishments and COVID-19 precautions
Ayşegül KIRMIZIGÜL, Şule Şeyma YALÇIN, Gökçen BOZKURT, İlkin Yücel ŞENGÜN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.03443  Pages 221 - 236
Endüstrinin hızla gelişmesi ile çalışan nüfusun artması, kentleşmenin hızlanması, gelir düzeyinin yükselmesi, eğlence ve seyahate daha fazla zaman ayrılması, hazır yemek tüketimine olan talebin ve dolayısıyla bu sektördeki işletmelerin sayısının gün geçtikçe artmasına yol açmıştır. Toplumun tercihinin ev dışında hazır yemek tüketimi yönünde olması, gıda kaynaklı hastalık gibi sorunların daha fazla ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu hastalıklara yol açan etkenlerin, çoğunlukla uygunsuz pişirme/hazırlama, hatalı sıcaklık kontrolü gibi gıdaların işlenme sürecindeki yanlış bilgi ve uygulamalar ve personelin hijyen bilgisi eksikliği olduğu tespit edilmiştir. Bu nedenle toplumun büyük bir bölümüne hizmet veren hazır yemek sektöründe gıda güvenilirliği ve hijyeni konuları, tüketici güvenini kazanmak ve halk sağlığını korumak adına dikkat edilmesi gereken önemli noktalar arasında yer almaktadır. Bu derleme çalışmasında, gıda güvenilirliğinin sağlanması amacıyla kuruluşlarda uyulması gereken hijyen uygulamaları literatürde yer alan çalışmalar göz önünde bulundurularak anlatılmıştır. Bu doğrultuda, gıda, personel ve alet-ekipman hijyeni, personel eğitimi, gıdaların işletmeye kabulünden tüketiciye ulaştırılmasına kadar olan süreçteki kritik uygulamalara, sanitasyonun sağlanmasında kullanılan dezenfektanlara ve bu işletmelerde bulunması gereken belgeleri içeren kapsamlı bilgilere yer verilmiş, ayrıca COVID-19 pandemisi sürecinde işletmelerde alınması gereken önlemler belirtilmiştir. Hazır yemek işletmeleri, tüketicilere, çalışanlarına, gıda kalitesine ve güvenilirliğine verdiği önemi, bu işletmelerde bulunması gereken ISO 22000 Gıda Güvenliği Yönetim Sistemi, ISO 9001 Kalite Yönetim Sistemi, TS 13811 Hijyen ve Sanitasyon Yönetim Sistemi, ISO TS 22002-2 Yemek Hizmeti, TS 8985 Hizmet Yeterlilik Belgesi ve TS 18001 OHSAS İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetim Sistemi gibi sistemleri uygulayarak göstermelidir. Ayrıca, tüm personelin gıda hijyeni hakkında bilinçli olması ve eğitim alması sistemin sürdürülebilirliği açısından önem taşımaktadır.
The demand for ready to serve food consumption and therefore the number of catering establishments has increased day by day because of the rapid growth of industry, the increase in the employed population, the acceleration of urbanization, the increase in the income level and the allocation of more time to entertainment and travel. The society’s preference for the consumption of ready to serve foods outside the home has led to more problems such as foodborne illness. It has been determined that the factors causing these diseases are mostly incorrect information and practices in the food processing systems such as improper cooking/preparation, faulty temperature control, and the lack of hygiene knowledge of the personnel. Therefore, food safety and hygiene are vital issues in the catering sector, which serves a large part of the society, to gain consumer confidence and protect public health. In this review, the hygiene practices that must be followed in catering sector to ensure food safety are explained by considering the researches in the literature. Accordingly, comprehensive information about food, personnel and tool-equipment hygiene, personnel training, critical applications in the process from receiving of food to the establishment and delivery to the consumer, disinfectants used in sanitation, and systems required for catering establishments are included, the precautions to be taken in catering establishments during the COVID-19 pandemic are also stated. Catering establishments should show their importance given to consumers, employees, food quality, and reliability by applying systems that must be present in the food establishments such as the ISO 22000 Food Safety Management System, ISO 9001 Quality Management System, TS 13811 Hygiene and Sanitation Management System, ISO TS 22002-2 Food Service, TS 8985 Service Adequacy Certificate and TS 18001 OHSAS Occupational Health and Safety Management System. Besides, it is important for the sustainability of the system that all personnel are aware of food hygiene and receive training.

11.Opisthorchiasis in the Russian Federation: An urgent public health problem
Oksana BIBIK, Mahmoud ABDELHAMID, Shimaa SAMEEH
doi: 10.5505/TurkHijyen.2023.45787  Pages 237 - 244
Bu derlemede, Rusya Federasyonu’ndaki sağlık hizmetlerinde opisthorchiasis’in rolü ortaya konulmuş ve opisthorchiasis’in etkeni olan Opisthorchis helmintlerine karşı ilaçların etkinliğini belirlemede histolojik ve histokimyasal yöntemlerin uygunluğu değerlendirilmiştir. Bu Opisthorchiasis çalışmasında, patojeninin yayılması ve halk sağlığı için önemi hakkındaki bilimsel makalelerin analizi yapılmıştır. 2018 yılında, Rusya Federasyonu’nda 19 binden fazla opisthorchiasis vakası kaydedilmiştir (nüfusun 100 binde 12.99’u), bu da nüfusta kayıtlı tüm biyohelmintiyazların %79,5’ini oluşturmaktadır. Opisthorchiasis hastalığı uzun bir seyir ile karakterizedir, sık alevlenmelerle ilerler. En ciddi komplikasyon karaciğer, safra kanalları ve pankreas kanseridir. Birçok yazarın çalışmaları, Opisthorchiidae ailesinin temsilcilerinin istilasının endemik odakları olan ülkelerde opisthorchiasis insidansı ile kolanjiokarsinomun yüksek insidansını ve bağlantısını ortaya koymaktadır. Uzun süreli opisthorchiasis istilası, antelmintik tedavinin etkinliğini azaltır ve hastalığın tekrarlayan formlarının ortaya çıkmasına neden olur. Opisthorchis viverrini, 2009 yılında Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı tarafından birinci grup biyolojik kanserojen olarak resmen kabul edilmiştir. Opisthorchis felineus Linnaeus 1758’in (Platyhelminthes, Cestodes, Opisthorchiidae) kanserojen rolü iyi anlaşılmamıştır. Ancak O. viverrini ve O. felineus’un yaşam döngüleri, morfolojisi, insan vücudundaki lokalizasyonu benzerdir. Opisthorchocidal etkisi olan ilaçlar listesinde, bitkisel ürünlere özel dikkat ve ilgi gösterilmektedir. Histolojik ve histokimyasal araştırma yöntemleri, Ecorsol, Erlim ve Artemisin gibi bitkisel preparatların Opisthorchis felineus’a karşı etkinliğini doğrulamıştır.
This review is to establish the role of opisthorchiasis in health care in the Russian Federation and assess the relevance of histological and histochemical methods in determining the effectiveness of drugs against genus Opisthorchis helminthes – causative agents of opisthorchiasis. The analysis of literature sources, and scientific articles on the study of opisthorchiasis, the spread of its pathogen and its significance for public health have been carried out. In 2018, more than 19 thousand cases of opisthorchiasis were registered in the Russian Federation (an indicator of 12.99 per 100 thousand of the population), which made up 79.5 % of all registered biohelminthiasis in the population. The disease of opisthorchiasis is characterized by a long course, proceeds with frequent exacerbations. The most serious complication is the cancer of the liver, bile ducts, and pancreas. The works of many authors reveal the connection and high incidence of cholangiocarcinoma with the incidence of opisthorchiasis in countries with endemic foci of invasion of representatives of the Opisthorchiidae family. Long-term opisthorchiasis invasion reduces the effectiveness of anthelmintic therapy and leads to the appearance of recurrent forms of the disease. Opisthorchis viverrini was officially recognized as a group one biological carcinogen by the International Agency for Research on Cancer in 2009. The carcinogenic role of Opisthorchis felineus Linnaeus 1758 (Platyhelminthes, Cestodes, Opisthorchiidae) is not well understood. However, the life cycles, morphology, localization in the human body of O. viverrini and O. felineus are similar. In the list of studied drugs with opisthorchocidal action, special attention, and interest are paid to herbal products. Histological and histochemical methods of research confirmed the effectiveness of such herbal preparations as Ecorsol, Erlim and Artemisin against Opisthorchis felineus.

LookUs & Online Makale