ISSN: 0377-9777 / e-ISSN: 1308-2523
Türk Hijyen ve Deneysel Biyoloji Dergisi - Turk Hij Den Biyol Derg: 81 (2)
Cilt: 81  Sayı: 2 - 2024
TÜM DERGİ
1.
THDBD 2024-2 Cilt 81 Tüm Dergi
TBHEB 2024-2 Vol 81 Full Printed Journal
Utku ERCÖMERT
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.17999  Sayfalar 120 - 241
Makale Özeti |Tam Metin PDF

ARAŞTIRMA
2.
Metisiline dirençli Staphylococcus aureus (MRSA)’da tuz stresine karşı betain ozmoregülasyon fonksiyonu
Betaine osmoregulation functioning against salt stress in methicillin-resistant Staphylococcus aureus (MRSA)
Evrim GÜNEŞ ALTUNTAŞ, Ceren ELİBOL İLERİ, Ferhan YAPAR, Ayşenur KARADAŞ, Umut KİBAR
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.67763  Sayfalar 121 - 134
GİRİŞ ve AMAÇ: Metisiline dirençli Staphylococcus aureus (MRSA), klinik olarak yaygın ve mortalitesi yüksek bir patojen olan ve gıda yoluyla da enfeksiyona neden olan bir bakteridir. Patojenler ile savaşmak için genellikle bulundukları ortamlarda ozmotik stres oluşturmak tercih edilmekte olup bu koşullarda S. aureus, betain gibi bazı ozmoprotektan maddeleri sentezleyebilmektedir. Bakterilerin ozmoprotektan madde sentez yolları ve gen ifadeleri hakkında sınırlı literatür bulunmaktadır. Bu çalışma, bakteri davranışını betainden sorumlu genlerin ekspresyonu ile karşılaştırarak S. aureus’un ozmoprotektan üretiminin metabolik yollarını araştırmayı amaçlamaktadır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma kapsamında, Staphylococcus aureus ATCC 43300’e farklı konsantrasyonlarda NaCl ve KCl tuzları (0.5, 1.0, 1.5, 2.0 ve 3.0 M) uygulanmıştır. Bakterilerin canlı hücre sayısındaki değişiklikler izlenmiş ve sonuçlar betain üretiminden sorumlu genler ile ilişkilendirilmiştir. Tuzla muamele edilen bakteri sayıları kültürel ekim yöntemi ile ve spektrofotometrik olarak sayılarak canlılık grafikleri oluşturulmuştur. Aynı zamanda, betainden sorumlu genlerin ekspresyonu RT-PCR yöntemi ile izlenerek stres koşulları altındaki metabolik yollar belirlenmiştir.

BULGULAR: NaCl veya KCl tuz stresinde bakterinin gelişme eğrisi incelendiğinde, bakterinin özellikle gelişimde kritik olan ve logaritmik fazın sonlandığı 12-24 saat zaman aralığında stres koşullarından daha fazla etkilendiği gözlemlenmiştir. Çalışmanın RT-PCR denemelerinde en dikkat çekici sonuçlar, inkübasyonun 36. saatinde büyüme ortamında 1.5 M NaCl bulunduğunda elde edilmiştir. Bu koşullar altında betA geninde (-2.37 kat) önemli bir azalma gözlenmiştir. Bu sonucun aksine inkübasyonun 48. saatinde besiyerinde 2 M KCl bulunduğunda betA geninde 2.57 kat, betB-gbsA geninde 3.25 kat artış gözlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bakteri gelişiminin takip edildiği 48 saatlik inkübasyon sırasında büyüme kinetiklerinde ortamda bulunan tuz stresine karşı bakterinin dalgalı bir gelişme eğrisi ortaya koyduğu ve beklenenden farklı bir davranış sergilediği gözlenmiştir.
INTRODUCTION: Methicillin-resistant Staphylococcus aureus (MRSA) is a clinically common and has a high mortality rate pathogen, as well as a bacterium that causes infection through food. To combat with pathogens, it is commonly preferred to create osmotic stress in their environment but S. aureus is able to synthesize some osmoprotectant substances such as betaine. There is limited literature about the synthesis pathways and gene expressions of these substances. This study aims to search the metabolic pathways of osmoprotectan production of S. aureus by comparing the bacterial behaviour with the expression of genes responsible for betaine.

METHODS: In the current study, different concentrations of NaCl and KCl salts (0.5, 1.0, 1.5, 2.0 and 3.0 M) were applied to Staphylococcus aureus ATCC 43300, changes in the number of viable cells of the bacteria were monitored and associated with osmoprotectant production. Bacterial numbers treated with salt were counted by culturel and spectrophotometric methods and viability graphs were created. Simultaneously, metabolic pathways under stress conditions were determined by monitoring the expression of genes responsible for betaine in RT-PCR.
RESULTS: When the growth curve of the bacterium is examined in NaCl or KCl salt stress, it was observed that the bacteria exited the logarithmic phase and was more affected by the stress conditions, especially at 12-24 time interval which is critical in the development of bacteria. The most notable results in the RT-PCR trials of the study were obtained when 1.5 M NaCl was present in the growth media at 36th hour of incubation. Under these conditions, a significant decrease of (-2.37-fold) in the betA gene was observed. Contrary to this result, 2.57-fold increase in the betA gene and 3.25-fold increase in the betB-gbsA gene was observed when 2 M KCl was present in the medium at 48th hour of incubation.
DISCUSSION AND CONCLUSION: During the 48-hour incubation period in which the bacterial growth was followed, it was observed that the bacteria exhibited a fluctuating growth curve against the salt stress and exhibited a different behavior than expected in the growth kinetics.

3.
Erkek wistar sıçanlarının kalp dokusundaki anjiyojenik yükselmelerde sürekli egzersiz eğitimi ve aralıklı hipoksinin etkilerinin karşılaştırılması
Comparable effects of continuous exercise training and intermittent hypoxia on angiogenic upregulations in the heart tissue of male Wistar rats
Hassan FARHADI, Pouran KARIMI, Soheila RAHIMIFARDIN, Mostafa KHANI, Mir Hojjat MOUSAVINEZHAD
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.45577  Sayfalar 135 - 144
GİRİŞ ve AMAÇ: Anjiyogenez birçok faktörden etkilenebilir. Bu çalışmanın temel amacı, erkek Wistar sıçanlarının kalp dokusunda aerobik antrenman ve aralıklı hipoksinin anjiyojenik faktörler üzerindeki etkisini araştırmaktı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Otuz erkek Wistar sıçanı rastgele üç gruba ayrıldı; normal kontrol (NC), hipoksi (H) ve eğitim (T). Hipoksi grubu, 8 hafta boyunca kronik periyodik ve izobarik hipoksiye (toplam basınç PiO2~760 mmHg, %14 oksijen) maruz bırakıldı. Eğitim grubundaki hayvanlar, 8 hafta boyunca haftada 5 seans olmak üzere motorlu koşu bandında (dakikada 22-26 metre) koştu. Prosedürün sonunda, kalp dokusunda bir immünoblotlama tekniği ile Tie-1, HIF-1a, VEGF ve P-AKT’nin protein ekspresyonu hesaplandı.
BULGULAR: Bulgular, periyodik hipoksi ve egzersiz eğitiminin, NC’ye kıyasla HIF-1a, VEGF ve P-AKT proteinlerinin ekspresyonunu önemli ölçüde artırdığını gösterdi (P = 0.001). Ayrıca, kronik koşu bandı eğitimi, hipoksi grubuna kıyasla AKT’nin fosforilasyonunu önemli ölçüde arttırdı (P = 0.001), bu da PI3K/Akt sinyal yolunun hipoksiden ziyade egzersiz eğitiminden etkilendiğini gösterir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hem hipoksi hem de egzersiz eğitiminin, anjiyogenez sinyal yolunun indüksiyonu için güçlü uyarıcılar olduğu görülmektedir.
INTRODUCTION: Angiogenesis can be influenced by many factors. The main purpose of the present study was to explore the effect of aerobic training and intermittent hypoxia on angiogenic factors in the cardiac tissue of male Wistar rats.
METHODS: Thirty male Wistar rats were randomly divided into one of three groups; normal control (NC), hypoxia (H), and training (T). The Hypoxia group was exposed to chronic periodic and isobaric hypoxia (total pressure PiO2≈760 mmHg, 14% oxygen) for 8 weeks. Animals in the training group ran on a motorized treadmill (22-26 meters per min) for 8 weeks, 5 sessions per week. At the end of the procedure, protein expression of Tie-1, HIF-1a, VEGF, and P-AKT were calculated by an immunoblotting technique in the cardiac tissue.
RESULTS: The findings indicated that periodic hypoxia and exercise training substantially raised the expression of the HIF-1a, VEGF, and P-AKT proteins as compared to the NC (P = 0.001). Moreover, chronic treadmill training significantly increased the phosphorylation of AKT as compared to the hypoxia group (P = 0.001), indicating that PI3K/Akt signalling pathway is influenced by exercise training rather than hypoxia.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It seems that both hypoxia and exercise training are potent stimulators for the induction of angiogenesis signalling pathway.


4.
Halk Sağlığı Laboratuvarlarında mikrobiyoloji analiz laboratuvarlarına yönelik eğitimlerin kalite ve akreditasyon sürecine etkileri
The effects of training for microbiology analysis laboratories in Public Health Laboratories on quality and accreditation process
Göktuğ BAYRAM, Edibe Nurzen NAMLI BOZKURT
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.29577  Sayfalar 145 - 160
GİRİŞ ve AMAÇ: Halk Sağlığı Laboratuvarları (HSL) bünyesinde yer alan mikrobiyoloji analiz laboratuvarları, klinik ve klinik dışı numuneleri inceleyerek halk sağlığını koruyucu kapsamda görev yapan kamu laboratuvarlarıdır. Sağlık sorunlarının oluşmadan önlem alınmasına odaklı doğru sonuç üreten HSL eğitimli, yetkin personel ile verimli çalışabilirler. Laboratuvarların kalite gerekliliklerini tamamlayarak akreditasyonu başarmaları bu eğitimler ile gerçekleştirilebilecektir. Bu çalışmada, mikrobiyoloji deney laboratuvarlarında düzenlenen alan eğitimlerinin akreditasyon sürecine etkilerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2012 - Aralık 2021 yılları arasında L1 ve L2 hizmet tipi HSL’nin mikrobiyoloji analiz laboratuvarlarında verilen eğitimlerin incelemesi yapılmıştır. Bu inceleme kapsamında, gerçekleştirilen eğitimler ve çıktıları irdelenerek elde edilen veriler sayısal ve yüzde dağılımı olarak değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Toplam 5849 HSL personeli, temel kalite eğitimleri, ileri düzey teknik kalite eğitimleri, mesleki su mikrobiyolojisi ve klinik mikrobiyoloji eğitimleri olmak üzere 69 farklı konuda eğitim almıştır. Eğitim alan personel mikrobiyoloji uzmanı, biyokimya uzmanı doktor, mühendis, biyolog ve kimyagerden oluşmaktadır. Temel ve teknik kalite eğitimleri 4919 (%84,1) personele, mesleki teknik ve uzmanlık mikrobiyoloji eğitimleri 930 (%15,9) HSL çalışanına verilmiştir. Kalite ve mesleki teknik eğitimlerin tamamlanmasından sonra L1 hizmet tipi 19 HSL akredite olmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: HSL’de eğitim, personel ve kalite konularında 2012-2021 yılları arasında yapılan çalışmaların verileri derlenmiş ve sonuçta akreditasyon üzerinde yaptıkları pozitif etkileri belirlenmiştir. 5849 HSL personeline kalite ve mesleki konularda bir sistem dahilinde eğitim verilmesi ile kalite ve akreditasyon konularında olumlu sonuçlar alınmıştır. 19 HSL akreditasyonu ile sonuçlanan çalışmalar, akreditasyon gerekliliklerinin sürdürülebilirliği ve kalite kültürünün yerleşmesini sağlamıştır. Bazı HSL’de 200’ü aşkın parametrede akredite olunması ve akreditasyonun sürdürülmesi, eğitimler ile nitelik ve yetkinlik kazanmış personelin sisteme katkılarıyla başarılmıştır. Sonuç olarak; Uzaktan Sağlık Eğitim Sistemi (USES) başta olmak üzere, bütün kurs ve eğitimlere daha fazla ihtiyaç vardır. Personelin gelişimini destekleyen eğitimler sürekli hale getirilmelidir. HSL’nin eğitim takviyeleri ile geliştirilmesinin kalite ve akreditasyon çalışmalarında önemli olduğu gözlenmiştir.
INTRODUCTION: Microbiology analysis laboratories in the Public Health Laboratories (HSL) are public laboratories that serve to protect public health by analyzing clinical and non-clinical samples. HSL that produce accurate results focused on taking measures before health problems occur, can only work efficiently with trained and competent staff. It is only with these trainings that laboratories can achieve accreditation, by completing the quality requirements. In this study, it was aimed to determine the effects of field trainings organized in microbiology laboratories on the accreditation process.
METHODS: The trainings given in the microbiology analysis laboratories of L1 and L2 Service Type HSL between January 2012 and December 2021 were evaluated. Within the content of this study, the data colleceted from the trainings and their outputs were assessed in terms of numerical and percentage distribution.
RESULTS: 5849 HSL staff in total received training in 69 different topics, including basic quality training, advanced technical quality training, vocational water microbiology and clinical microbiology training. The well-trained personnel are in the professional groups of microbiology specialists, doctor specializing in biochemistry, engineers, biologists and chemists. While basic and technical quality training were given to 4919 (84.1%) HSL staff, vocational technical and specialist microbiology trainings were provided to 930 (15.9%) HSL personnel. After the completion of the quality and vocational technical trainings, 19 L1 service type HSL have been accredited.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The data of the studies conducted in HSL on education, personnel and quality between 2012-2021 were compiled and their positive impacts on the accreditation were determined. Providing 5849 HSL personnel with training on quality and professional issues in a systematic way has led to positive results in the quality studies and accreditation. The work that resulted in 19 HSL accreditation has also established a culture of continuity and quality for sustainability of accreditation requirements. For some HSL, the accrediation in more than 200 parameters and its continuation have been achived with the contribution of the personnel who have gained qualification and competence through these trainings.In conclusion; there is an increasing and continuous need for all courses and trainings, especially the Distance Health Education System (USES). Trainings that support the development of personnel should be continuously provided. It has been observed that the development of laboratories with educational courses is important in quality and accreditation studies.

5.
Yemek yanında tüketilen içeceklerin simüle mide ortamında gıda patojenleri üzerine etkisi
Effects of beverages taken with meal on some foodborne pathogens in simulated gastric fluid
Gizem ÖZLÜK ÇİLAK
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.93763  Sayfalar 161 - 174
GİRİŞ ve AMAÇ: İnsan mide asitliğinin mikroorganizmaları inhibe edeceği düşünülse de gıda zehirlenmesi vakalarına bakıldığında, özellikle et ve et ürünleri tüketimi sırasında midede pH’nin yükselmesi ve yağ tabakasının bakterilere koruyucu etki oluşturmasıyla birlikte mikroorganizmaların bağırsağa geçişine, dolayısıyla gıda zehirlenmelerine olanak sağladığı görülmektedir. Bu çalışmanın amacı, toplu gıda zehirlenmelerinde neden bazı bireylerin hastalandığını, bazılarının ise etkilenmediğini ve gıda yanında tüketilen içeceğin bu durumu etkileyip etkilemediğini belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, gıda örneği olarak dünyaca tüketimi yaygın olup hijyen seviyesi düşük ve birçok gıda zehirlenmesi vakasında adı geçen döner kullanılmıştır. Döner yanında tüketilen yaygın içeceklerden ayran, kola ve şalgam suyunun çeşitli döner ve içecek miktarlarında dönerde bulunması muhtemel patojen bakterilerden Salmonella enteritidis, Listeria monocytogenes, Escherichia coli O157: H7 ve patojen karışımı sayısı üzerine, simüle edilmiş mide ortamındaki etkisine bakılmıştır.
BULGULAR: Yapılan bu çalışma ile patojen sayısında en fazla azalmayı sağlayan içeceğin şalgam suyu olduğu dikkati çekmektedir. Bir porsiyon (300 mL) şalgam, kola ve ayran’ın kontamine dönerle birlikte in vitro tüketiminin simüle mide ortamındaki patojen bakteri sayısını sırasıyla 2,6; 2,25 ve 1,6 log CFU/g’ye kadar düşürdüğü gözlendi. Sonuçlar, bu içeceklerin bir porsiyon (100 g) düşük kontamine (~101 CFU/g) dönerle birlikte tüketilmesinin, sağlıklı bir kişinin yukarıda belirtilen bakteriler nedeniyle gıda kaynaklı hastalığa yakalanma olasılığını ortadan kaldırabileceğini göstermiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, gıda zehirlenmeleri vakalarında kişisel bağışıklık sisteminin yanısıra, tüketilen gıdanın miktarı ve yanında tüketilen içeceğin cinsi ve miktarının da etkili olduğu kanısına varılmıştır.
INTRODUCTION: Although it is thought that human stomach acidity would inhibit microorganisms, when food poisoning cases are considered, it is seen that especially during consumption of meat and meat products, the pH in the stomach rises and the fat layer creates a protective effect on bacteria, allowing microorganisms to transfer to intestine, and subsequently cause foodborne illnesses. The aim of this study was to determine whether beverage intake with meals influences why some individuals get sick, while others do not in food poisoning outbreak cases.
METHODS: The effect of coke, ayran and shalgam, which are popularly consumed beverages along with meals in Turkey, was examined on the survival of Salmonella enteritidis, Listeria monocytogenes, Escherichia coli O157: H7 and cocktail of these pathogens in simulated gastric fluid (SGF). Doner, a worldwide popular fast-food product, was used as the food sample.
RESULTS: Shalgam was found to be noteworthy that provided the greatest reduction in pathogen count. It was observed that in vitro consumption of one serving (300 mL) of shalgam, coke, and ayran along with contaminated doner, reduced the pathogenic bacteria count in SGF up to 2.6, 2.25 and 1.6 log CFU/g, respectively. The results showed that consuming those beverages alongside one portion (100 g) of low contaminated (~101 CFU/g) doner might eliminate the possibility of a healthy person having foodborne illness due to aforementioned bacteria.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It can be concluded that, in food poisoning cases, not only the personal immune system, but also the type and amount of beverage consumed along with food, as well as the amount of food intake are effective.

6.
Türkiye’de COVID-19 aşı tereddüdü: Bir infodemiyoloji çalışması
COVID-19 vaccine hesitancy in Türkiye: An infodemiological study
Keziban AVCI
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.34079  Sayfalar 175 - 188
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, COVID-19 aşı geliştirme ve aşılama çalışmaları sırasında Türkiye’de aşı tereddütlerinin ve aşılara yönelik yaygın itirazların temel dayanağı olabilecek aşı istenmeyen etkileri, yan etkileri, zararları ve güvenliği ile ilgili çevrimiçi arama davranışlarını incelemektir.

YÖNTEM ve GEREÇLER: COVID-19 aşılarına ilişkin tereddütlerin kökenleri ve yaygın endişelere ilişkin internet aramalarının tespit edilmesi amacıyla 1 Ocak 2020 - 31 Aralık 2022 tarihleri arasındaki Google Trends verilerindeki göreli arama hacimlerinin (RSV) belirlenmesi amaçlandı. Bu kapsamda, arama sorgusu günlükleri incelendi ve dört ana arama kategorisi oluşturuldu: (1) COVID-19 aşılarının olumsuz etkileri ve güvenliği ile ilgili genel veya özel terimleri içeren sorgular, (2) COVID-19 aşısı üreticisinin adını veya ticari kimliğini ve güvenliğini içeren sorgular, (3) COVID-19 aşısı üreticisinin adını veya ticari kimliğini ve yan etkilerini içeren sorgular, (4) COVID-19 aşısı üreticisinin adını veya ticari kimliğini ve zararını içeren sorgular. Son olarak bu farklı arama kategorileri, ülke ve bölgeye göre RSV açısından değerlendirildi.

BULGULAR: Pandemi süresince, Türkiye’de koronavirüs aşısı ile ilgili arama ilgisinde tutarlı ve önemli bir artış olduğu ve bu ilginin istikrarlı bir şekilde yüksek seviyede devam ettiği gözlemlendi. Arama sorgularında zirveler; resmi açıklamalar, COVID-19 vakalarının görülme sıklığındaki belirgin artışlar ve aşı geliştirmede dikkate değer ilerlemelerin duyurulması gibi önemli olaylarla aynı zamana denk geldi. COVID-19 aşılarının yan etkileri, istenmeyen etkileri ve güvenliği ile ilgili RSV eğrileri, çalışma süreleri boyunca belirgin dalgalanmalar sergilerken, COVID-19 aşılarıyla ilişkili potansiyel zararlara ilişkin endişeleri yansıtan RSV eğrileri genel olarak yukarı yönlü bir artış gösterdi. RSV eğrilerinin şekli, Bayburt hariç tüm illerde dikkat çekici bir benzerlik gösterdi. Ayrıca, çeşitli ülkeler ve ilaç firmaları tarafından geliştirilen aşılara yönelik arama ilgisi de benzer bir model sergiledi. Aşı istenmeyen etkilerine ilgi sürekli olarak en yüksek seviyedeydi (%60), bunu yan etkiler (%39) ve güvenlik endişeleri (%20) izledi. Ayrıca, çalışma süresi boyunca, arama sorgularının en yüksek olduğu ve zirvenin meydana geldiği aralık, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasına denk gelen Haziran 2021’de gözlemlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Haziran 2021’de arama sorgularında kaydedilen zirve göz önüne alındığında, arama davranışını etkileyen baskın faktörün sosyal risk algısı olabileceği düşünülmektedir.
INTRODUCTION: The aim of this study is to examine online search behaviour related to vaccine adverse effects, side effects, harms, and safety that can be the main basis of vaccine hesitancy and common objections to vaccines in Türkiye during the COVID-19 vaccine development and vaccination efforts.
METHODS: It was aimed to determine the relative search volumes (RSV) on Google Trends data from January 1, 2020, to December 31, 2022, in order to identify internet searches related to the origins of hesitations and prevalent concerns about COVID-19 vaccines. Within this scope, search query logs were scrutinized, and four primary search categories were established: (1) queries containing general or specific terms related to the adverse effects and safety of COVID-19 vaccines, (2) queries containing the name or commercial identity of the COVID-19 vaccine manufacturer and its safety, (3) queries containing the name or commercial identity of the COVID-19 vaccine manufacturer and its side effects, (4) queries containing the name or commercial identity of the COVID-19 vaccine manufacturer and its harm. Finally, these different search categories were evaluated in terms of RSV by country and region.
RESULTS: Throughout the entire pandemic, a consistent and significant increase in search interest regarding a coronavirus vaccine was observed in Türkiye, persisting at a consistently high level. The occurrence of peaks in search queries coincided with significant events including official declarations, prominent increases in the incidence of COVID-19 cases, and the announcement of noteworthy advancements in vaccine development. RSV curves pertaining to adverse events, side effects, and safety of COVID-19 vaccines exhibited distinct fluctuations during study time periods, while the RSV curve reflecting concerns about potential harm associated with COVID-19 vaccines demonstrated an overall upward. The form of RSV curves exhibited a remarkable resemblance to all provinces, excluding Bayburt. Moreover, the search interest in vaccines developed by various countries and pharmaceutical companies demonstrated a similar pattern. Interest in vaccine adverse effects was consistently the highest level (60%), followed by side effects (39%) and safety concerns (20%). Furthermore, in the course of the study period, the interval characterized by the highest magnitude of search queries and the occurrence of peak values was observed in June 2021, coinciding with the lifting of curfews.
DISCUSSION AND CONCLUSION: When considering the peak recorded in search queries in June 2021, it is thought that the dominant factor influencing search behavior could be the societal risk perception.


7.
Çankırı ilindeki sığırlarda kene türlerinin dağılımının belirlenmesi
Determination of the distribution of tick species in cattle in Çankırı (Province, Türkiye)
Banuçiçek YÜCESAN, Onur OKUR, Yusuf YILMAZ, Tuba BAYIR, Özcan ÖZKAN
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.74152  Sayfalar 189 - 200
GİRİŞ ve AMAÇ: Keneler, Dünya’nın birçok yerinde bulunan ve besi hayvanları, vahşi hayvanlar ve insanlar da dahil olmak üzere omurgalıları parazitleyen eklembacaklılardır. Kene popülasyonunun insanlar ve hayvanlar arasındaki dağılımı, büyük ekonomik kayıplara da yol açması nedeniyle dikkate alınmadır. Bu çalışma Çankırı ilinde yetiştirilen sığır popülasyonunda kenelerin tespitini amaçlamaktadır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada Haziran 2022 ile Ekim 2022 tarihleri arasında 150 sığırdan kene örnekleri toplandı. Keneler bir stereomikroskop kullanılarak morfolojik olarak teşhis edildi.
BULGULAR: Toplanan kenenin tamamı yetişkin keneler olup, 516 (%43.1)’sı erkek, 680 (%56.9)’i dişiydi. En yüksek sıklığı Haemaphysalis punctata 845 (%70.7) tipi keneler oluşturmaktadır. Bundan sonra sırasıyla 120 (%10) Dermacentor marginatus ve 113 (%9.4) Rhipicephalus sanguineus türü sıklıkla görülmektedir. En az görülen kene türü 4 adet (%0.3) ile Ixodes ricinus olup, bunu 9 (%0,8) ile Rhipicephalus bursa ve 9 (%0.8) ile Hyalommma marginatum türleri takip etmektedir. Kene türleri arasında cinsiyet dağılımı yönünden anlamlı derecede bir fark görülmüştür (p<0,001), bu farklılık görülme sıklığı gözönünde bulundurulduğunda en belirgin olarak R. sanguineus türünde %75 dişi, %25 erkek dağılımı şeklinde saptanmıştır. Çardaklı ve Yakalı’da R. sanguineus; Budakpınar ve Soğluk’da D. marginatus; Eyüpözü, Susuz, Kızılıbrık, Ilıpınar, Hüyük ve Bozkuş İlçesi’nde Hae. punctata’nın en yaygın kene türü olduğu belirlendi. Susuz ve Kızılıbrık’da en yaygın tür Haemaphysalis spp.’dir.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma sığırlarda kene popülasyonunun araştırılmasıyla sağlık ve ekonomiye katkı sağlamıştır. Kenelerin dağılımı bölgeler, iklimler, hayvancılık faaliyetleri açısından farklılık göstermektedir. Çankırı’da daha önce böyle çalışmalar yapılmadığından, karşılaştırma fırsatımız doğmamıştır. Sığırlara öncelik verilmesi hayvancılığın gelişmiş olduğu bu bölgede kene popülasyonunun tanımlanmasına yardımcı olmuştur. Keneler incelenerek bölgesel olarak, kene kaynaklı hastalıklarla mücadelede veriler kazanılmıştır. Çalışmada Karadeniz ve İç Anadolu bölgeleri arasındaki kenelerin dağılımı incelenmiş ve bölgesel veriler de elde edilmiştir.
INTRODUCTION: Ticks are arthropods found in many parts of the world that parasitize vertebrates, including livestock, wild animals, and humans. The distribution of tick in animals is an issue that needs to be taken into consideration as it also causes great economic losses. This study aims to detect ticks in the cattle population raised in Çankırı (province, Türkiye).
METHODS: In this study, tick samples were collected from 150 cattle between June and October 2022. Tick samples (n=1196) were identified morphologically using a stereomicroscope.
RESULTS: All collected ticks were adults, of these 516 (43.1%) were males and 680 (56.9%) females. With 845 (70.7%) specimens Haemaphysalis punctata was the most prevalent species, followed by Dermacentor marginatus 120 (10%), R. sanguineus 113 (9.4%). The least common tick type was Ixodes ricinus with 4 (0.3%), followed by Rhipicephalus bursa 9 (0.8%), and Hyalomma marginatum 9 (0.8%). There was a significant difference in terms of gender distribution between tick species (p<0.001), which was most pronounced in the case of R. sanguineus where 75% of the specimens were females and 25% males. R. sanguineus was the most prevalent species in Cardaklı and Yakalı; D. marginatus in Budakpınar and Soğluk; while Hae. puncatata in Eyüpözü, Susuz, Kızılıbrık, Ilıpınar, Hüyük, and Bozkuş District. The most common ticks in Susuz and Kızılıbrık belonged to the genus Haemaphysalis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study contributed to health and economy by investigating the tick population in cattle. The distribution of ticks varies according to regions, climates and livestock activities. Since such studies have not been conducted in Çankırı before, we did not have the opportunity to compare with other studies. Prioritizing cattle has helped define the tick population in this region where animal husbandry is developed. By examining ticks, data was gained regionally in the fight against tick-borne diseases. In the study, the distribution of ticks between the Black Sea and Central Anatolia regions was examined and regional data was also obtained.

OLGU SUNUMU
8.
Psödotrombositopeni Olgu Sunumu
Pseudothrombocytopenia Case Report
Aziz ŞENER, Arzu KÖSEM, Atakan ÖZTÜRK, Fatma UÇAR, İbrahim AKDAĞ
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.10692  Sayfalar 201 - 204
Psödotrombositopeni, hastanın yapılan tam kan sayımı analizinde trombosit sayısının düşük olmasına rağmen periferik yaymada trombositlerin yeterli sayıda görülmesi ve kümeleşmesi durumudur. Psödotrombositopeni nedenlerinden biri, rutin tam kan sayımı örnekleri için kullanılan Etilendiamin Tetraasetik asit (EDTA) antikoagülanıdır. EDTA kalsiyum şelatör etkiye sahiptir ve bu etkiyle trombositlerde bulunan GPIIb/IIIa integrin kompleksinin yapısını değiştirir. GPIIb/IIIa integrin kompleksinin yapısının değişmesi sonucunda, gizlenmiş olan GPIIb epitopu ortaya çıkar ve bu epitopa karşı antikorlar oluşur. Bu antikorlar nedeniyle trombosit kümeleşmesi gözlenir. Trombositlerin kümeleşmesi nedeniyle tam kan sayımı analizi hatalı sonuç verebilmekte ve gerçek trombositopeni ile karışabilmektedir. Psödotrombositopeni kanama diyatezi oluşturan bir durum değildir ancak bundan dolayı hastalar gereksiz tanı yöntemlerine ve tedavilere maruz kalabilmektedir. Bu olgu EDTA’ya bağlı psödotrombositopeni kliniğine vurgu yapmak için sunulmaktadır. Olgumuzda, dahiliye polikliniğine rutin kontrolleri için başvurmuş olan hastadan alınan EDTA’lı tam kan sayımı numunesinin analizi sonucunda trombositopeni görülmüştür. Geçmiş üç sene boyunca yapılmış tam kan sayımı analizlerinde de trombositopeni olduğu görülmüştür. Hastadan, sitratlı tüpe alınan tam kan sayımı numunesinin gönderilmesi uygun görülmüştür. Hastadan alınan sitratlı tam kan sayımı numunesinin analizinde, trombosit sayısının normal olduğu görülmüştür. Eş zamanlı yapılan periferik yayma, psödotrombositopeni şeklinde rapor edilmiştir.
Pseudothrombocytopenia is a condition in which platelets are seen in sufficient numbers and aggregated in the peripheral smear although the platelet count is low in the complete blood count analysis of the patient. One of the causes of pseudothrombocytopenia is the Ethylenediamine Tetraacetic acid (EDTA) anticoagulant used for routine complete blood count samples. EDTA has a calcium chelator effect and changes the structure of the GPIIb/IIIa integrin complex found in platelets. The hidden GPIIb epitope is revealed as a result of the change in the structure of the GPIIb/IIIa integrin complex, and antibodies are formed against this epitope. These antibodies cause platelet aggregation. Due to aggregation of platelets, complete blood count analysis may give erroneous results and may be confused with true thrombocytopenia. Pseudothrombocytopenia is not a bleeding diathesis, but patients may be subjected to unnecessary diagnostic procedures and treatments. This case report was prepared to emphasize the clinical picture of EDTA-induced pseudothrombocytopenia. In our case, thrombocytopenia was observed as a result of the analysis of the EDTA whole blood count sample taken from the patient who was admitted to the internal medicine outpatient clinic for routine controls. Complete blood count analysis over the past three years also observed thrombocytopenia. It was deemed appropriate to send a complete blood count sample from the patient in a citrate tube. In the analysis of the citrated complete blood count sample obtained from the patient, it was observed that the platelet count was normal. A simultaneous peripheral smear was reported as pseudothrombocytopenia.

DERLEME
9.
Bulaşıcı hastalıkların sosyal medyada sunumu
Presentation of infectious diseases on social media
Taylan MARAL, Mehmet ÖZDEMİR
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.72558  Sayfalar 205 - 214
Bulaşıcı hastalıklar, insanlık tarihinin önemli bir gerçeğidir ve her zaman sağlık açısından büyük bir tehdit olmuştur. Ancak, sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte, bulaşıcı hastalıkların yayılımı ve etkileriyle ilgili bilgi akışı ve toplumsal tepkiler de köklü bir dönüşüm geçirdi. Bu yeni iletişim ortamı, bulaşıcı hastalıkların sosyal medya çağında nasıl yükseldiğini, toplumların nasıl etkilendiğini ve bilginin nasıl yayıldığını araştırmak için önemli bir alan haline geldi. Bu çalışmada, bulaşıcı hastalıkların sosyal medya kullanımıyla olan ilişkisi ve yönelimi incelenmektedir. Sosyal medyanın, bulaşıcı hastalıklar hakkında doğru bilgilerin hızlı şekilde yayılmasına ve farkındalığın artmasına nasıl katkıda bulunduğu ele alınırken aynı zamanda yanlış bilgilerin ve komplo teorilerinin de nasıl yayıldığı ve toplumu nasıl etkilediği de tartışılmaktadır. Bu çalışmada ayrıca sağlık otoritelerinin rolü, bulaşıcı hastalıklarla ilgili doğru bilgilerin nasıl sağlandığı, panik durumlarının nasıl yönetildiği ve toplumun sosyal medyadaki tepkilerine de değinilmektedir. Genel olarak bakıldığında bu çalışma, bulaşıcı hastalıkların sosyal medya çağında nasıl yükseldiğini anlamamıza yardımcı olacak ve toplum sağlığı açısından önemli bir konu olan bilgi akışı, toplumsal tepkiler ve panik oluşumu gibi konuları da değerlendirecektir. Bu konu ve alanla ilgili yapılmış çalışmalar bulunmakla birlikte COVID-19, Ebola, SARS ve MERS gibi salgın hastalık dönemlerinin genel analizi de tek bir başlık altında değerlendirilmiş olacaktır.
Infectious diseases are an important fact of human history and have always been a great threat to health. However, with the rise of social media, the flow of information and societal responses to the spread and effects of infectious diseases have also undergone a radical transformation. This new medium of communication has become an important field for investigating how infectious diseases rise in the age of social media, how societies are affected and how information is disseminated. In this study, the relationship and orientation of infectious diseases with the use of social media is examined. While discussing how social media contributes to the rapid dissemination of accurate information and raising awareness about infectious diseases, it is also discussed how misinformation and conspiracy theories spread and affect society. The study also touches on the role of health authorities, how accurate information about communicable diseases is provided, how panic situations are managed, and society’s reactions on social media. In general, this study will help us understand how infectious diseases have risen in the era of social media and will also evaluate issues such as information flow, social reactions and panic formation, which are important issues in terms of public health. Although there are studies on this subject and field, the general analysis of epidemic disease periods such as COVID-19, Ebola, SARS and MERS will also be evaluated under a single title.

10.
Beklenmedik ve olağan dışı durumlarda kan temini
Blood supply in unexpected and unusual situations
Muhsin YILDIRIM, Soner YILMAZ
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.04874  Sayfalar 215 - 224
Kan hizmet birimleri, olağan dönemlerde ihtiyaç duyulan kan bileşenlerinin zamanında ve yeterli miktarda temini için farklı düzeylerde uygulanabilir planlamalar yaparak çalışırlar. Bu planların hayata geçirilebilmesi sistemin sürdürülebilirliği ve ihtiyacın karşılanması açısından oldukça önemlidir. Yeni koronavirüs hastalığı (COVID-19) süreci kan bankacılığı hizmeti sunan kuruluşlara, beklenmedik ve olağan dışı durumlarla karşılaşıldığında kan bileşeni tedarikinde sorun yaşanmaması için uygulanabilir planların hazırlanması ve bu durumlara yönelik her daim hazırlık içerisinde olunması gerektiğini göstermiştir. Beklenmedik ve olağan dışı durumlar bölgesel, ülkesel ve kıtasal farklılıklar gösterebileceği gibi bir takım benzerlikler de içerebilir. Bu sebeple kan bankacılığı hizmeti sunan kuruluşların planlarını kendilerine özgü karşılaşabilecekleri beklenmedik ve olağan dışı durumları öngörerek hazırlamaları önemlidir. Beklenmedik ve olağan dışı durumlara ilişkin olarak hazırlanacak planlarda kan bağışı kabulü, kan bileşeni stok yönetimi, malzeme ve ekipman tedariki, laboratuvar testlerinin çalışılması, personel yönetimi, kan hizmet birimlerinin kendi aralarında ve kamuoyu ile iletişimi ve hemovijilans hizmetlerinin sürdürülmesi konularına yer verilmelidir. Etkin stok yönetimi ile ilgili olarak hasta kan yönetimi konusunda farkındalığın arttırılması da gerekmektedir. Bunun yanında, kan ve kan bileşenlerinin hazırlanması ve depolanmasında alternatif yöntemlerin uygulanması ile birlikte tedavi sürecinde transfüzyon alternatiflerinin kullanılması da oldukça önemlidir. Bu kapsamda, eritrosit konsantreleri ve trombosit konsantrelerinin dondurularak uzun süreli saklanması ve plazmanın liyofilize formda kullanılabilmesi, beklenmedik ve olağan dışı durumlar için hayat kurtarıcı tedbirler arasındadır. Kan hizmet birimleri hazırladıkları planların uygulanabilirliğini ve ihtiyaca cevap verme durumunu kontrol etmeli, planları ortaya çıkan yeni durumlar ve gelişmeler çerçevesinde güncellenmelidir. Bu derleme, kan hizmet birimlerine karşılaşabilecekleri beklenmedik ve olağan dışı durumlar ve bu durumlarda yapabilecekleri çalışmalar konusunda fikir vermek amacı ile düzenlenmiştir.
Blood service units work by making applicable plans at different levels for the timely and adequate supply of blood components needed in regular periods. The realization of these plans is crucial in terms of the sustainability of the system and meeting the needs. The new coronavirus disease (COVID-19) process has taught blood banking service providers that when unexpected and unusual situations occur, it is necessary to prepare feasible plans and be prepared for these situations at all times in order to avoid problems in the supply of blood components. Unexpected and unusual situations may show regional, national and continental differences, as well as contain some similarities. For this reason, it is important for institutions providing blood banking services to prepare their plans by anticipating unexpected and unusual situations that they may encounter. The plans to be prepared for unexpected and extraordinary situations should include blood donation process, blood component stock management, material and equipment procurement, laboratory testing, personnel management, communication between blood establisments and the public, and maintaining hemovigilance services. It is also necessary to raise awareness about patient blood management in terms of effective stock management. In addition, the use of transfusion alternatives in the treatment process is also very important, along with the application of alternative methods in the preparation and storage of blood and blood components. In this context, cryopreservation of erythrocyte concentrates and platlets, and the use of plasma in lyophilized form are among life-saving measures for unexpected and unusual situations. Blood establishments should check the feasibility and responsiveness of the plans they have prepared, and their plans should be updated within the framework of emerging new situations and developments. This review has been prepared with the aim of giving an idea to the blood establishments about unexpected and extraordinary situations that they may encounter and what they can do in these situations.

11.
Hastanelerin sıfır atık yönetim politikalarına kavramsal bir bakış
A conceptual overview of the zero waste management policies of hospitals
Öner ÖNDER, Ömer GİDER
doi: 10.5505/TurkHijyen.2024.67909  Sayfalar 225 - 240
Son zamanlarda, dünya genelinde hastaneler sağlık hizmeti sunarken sürdürülebilir çevresel uygulamalarını geliştirmek ve çevre üzerindeki olumsuz etkilerini minimize etmek için önemli adımlar atmaktadır. Türkiye’de bu kapsamda, 2019 yılında “Sıfır Atık Yönetmeliği” yayımlanarak, kademeli olarak tüm kurum ve kuruluşların 31 Aralık 2022 tarihine kadar, “Sıfır Atık Yönetim Sistemi” (SAYS)’ni oluşturmaları, belgelendirmeleri ve uygulamaya geçmeleri gerektiği bildirilmiştir. 100 yatak ve üzeri sağlık kuruluşlarının bu sürece geçişi tamamlamaları için verilen süre ise 31 Aralık 2020’dir. İsrafı önlemeye yönelik tam bir sistem yaklaşımı olan “Sıfır Atık”, geri dönüşüm ve yeniden kullanım yoluyla, atıkların oluşumunu kontrol altına alır; atıkların azaltılması için üretim ve/veya hizmet sistemlerinin yeniden yapılandırılmasına ve iyileştirilmesine odaklanır. Sıfır Atık Yönetmeliğinin yayımlandığı yıl ile birlikte, küresel düzeyde ilk COVID-19 vakalarının görülmesi nedeniyle, sağlık kurum ve kuruluşları salgınla mücadelede önemli sorumluluklar üstlenmiştir. Bu nedenle, sağlık kuruluşlarının büyük çoğunluğu SAYS’a geçişlerini pandemi sürecinde tamamlamak zorunda kalmıştır. Hastane yönetiminin, hastane personeli başta olmak üzere, hasta ve yakınlarını da kapsayarak atığı önleme, azaltma ve geri dönüştürülmesine yardımcı olacak SAYS’ı uygulaması gereklidir. Bu sistemin devamlılığının sağlanması için SAYS politikalarının oluşturulması, uygulamaların sürekli yerinde kontrol edilerek “Düzeltici Önleyici Faaliyetlerin-DÖF” oluşturulması önemlidir. SAYS’ın etkinliği, öncelikle atığın oluşumunun önlenmesi ile sağlanacaktır. Ayrıca atık oluşumunun azaltılması, geri dönüştürülmesi ve geri kazanım çabalarının başarısı da bu süreçte önemli rol oynayacaktır. Atığın, birim bazında cinsine ve miktarına göre anında sisteme işlenmesi, takip edilmesi, geçmiş yıllara ait veriler ile karşılaştırılması ve olağandışı atık hareketlerinin sorgulanması, SAYS politikalarının etkinliğini artıracaktır. Bu çalışmanın amacı, sağlık kurumlarında, henüz uygulama aşamasında olan SAYS’ın, daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacak kavram ve modellerle birlikte, sağlık personelinin bu konudaki farkındalığını artırmak, sürdürülebilirliği sağlayarak sunulan sağlık hizmetinin kalitesini geliştirmeye yönelik sağlık yöneticilerine öneriler sunmaktır.
Recently, hospitals around the world have been taking important steps to improve their sustainable environmental practices and minimize their negative effects on the environment while providing health services. In this context, in Türkiye, the “Zero Waste Regulation” was published in 2019 and it was reported that all institutions and organizations should gradually establish, document, and implement the “Zero Waste Management System” (ZWMS) until 31 December 2022. “Zero Waste”, which is a full system approach to prevent waste, takes the generation of waste under control through recycling and reuse; it focuses on restructuring and improving production and/or service systems to reduce waste. With the publication of the Zero Waste Regulation, health institutions and organizations took on important responsibilities in the fight against the epidemic, due to the first cases of COVID-19 at the global level. For this reason, the majority of health institutions had to complete their transition to ZWMS during the pandemic period. It is necessary for the hospital management to implement ZWMS, which will help prevent, reduce, and recycle waste by including the patient and their relatives, especially the hospital staff. In order to ensure the continuity of this system, it is important to establish ZWMS policies and to create “Corrective and Preventive Actions-CPA” by constantly checking the practices on site. The effectiveness of ZWMS will be primarily ensured by preventing the generation of waste. In addition, the success of waste reduction, recycling, and recovery efforts will play an important role in this process. Processing and monitoring the waste instantly in the system according to its type and amount on a unit basis, comparing it with the data of previous years and questioning the unusual waste movements will increase the effectiveness of ZWMS policies. The aim of this study is to increase the awareness of health personnel on this issue, together with the concepts and models that will contribute to a better understanding of ZWMS, which is still in the implementation phase, in health institutions, and to offer suggestions to health managers on how to improve the quality of health care provided by ensuring sustainability.

LookUs & Online Makale
w